Deneme

GÖÇ İLE AİDİYET: TÜRKİYE’NİN GÖÇ POLİTİKALARI

By

Doğduğumuz topraklara tamamen tesadüf ile doğuyoruz. Seçmediğimiz ailelerimiz bulundukları yerlerde, sahip oldukları kimlikleri ile bizi hayata getirmiş bulunuyorlar. Bu rastlantıya dayanarak bize bir kimlik atanıyor ve koşulsuz şartsız bir millete, bir vatana bağlanmış oluyoruz. Bizim o millete, o topraklarda tesadüfen yaşayan gruplara ait olup olmadığımızı, o coğrafyada yaşayıp rahatça dolaşıp dolaşamayacağımızı kimse sorgulamıyor. Keyfimiz veya mecburiyetlerimize göre biraz gezip tozsak, dönem dönem farklı topraklarda yaşayıp farklı milletlere katkımız olsa bile, kendi doğduğumuz topraklara döndüğümüzde yine dört kol ile sarmalanıyoruz. Aitiz. Bizi kabul etmeyen, bizi kovan yok. 

Ben tesadüfen Türkiye Cumhuriyeti olarak adlandırdığımız topraklarda “Türk” kimliği ile doğdum. Daha sonra farklı ülkelerde yaşadım, farklı ülkelerde eğitim gördüm, ailem farklı devletlere vergi ödedi. “Ait olduğum” milletten hep uzaktım. Onları tanıma şansım pek olmamıştı açıkçası. İstiklâl Marşı’nın on kıtasını ezbere bilmiyordum, önemli tatiller ve bayramlardan bihaberdim, kültürüne neredeyse hiç hakim değildim, dilini de bölük pörçük biliyordum. Tüm bu özelliklerime rağmen Türkiye’ye döndüğüm vakit sorgusuz sualsiz bu topraklara kabul edildim. İyi bir devlet lisesine yerleştim, devletin sağlık hizmetlerinden yararlandım, oy verdim, staja başladığım zaman sigortam devlet tarafından karşılandı, vesaire. Makbul vatandaşlık veya milliyetçiliğe dair hiçbir özelliğe sahip olmamama rağmen bir şekilde bu topraklara, bu millete adapte olmam sağlandı. 

Peki beni diğer milyonlarca göçmenden ayıran neydi? Benim coğrafi hareketliliğim neye göre kabul edilebilirdi de, başka ülkelerde doğmuş insanlarınki edilemezdi? Şu an üstünde bulunduğumuz topraklar asırlardır sayısız göç hareketlerine ev sahipliği yapmamış mıydı? Yapmıştı. Hâlâ da yapıyor. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, Balkan göçleri, Almanya’ya Türk işçi göçü, ve daha niceler. Bu topraklara sürekli giren ve bu topraklardan sürekli çıkanlar oldu. Günümüzde ise T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün resmi ve güncel verilerine göre 2018 yılında Türkiye sınırlarına 39.468.492 kişi girmiş, 39.315.104 kişi ise Türkiye sınırlarından çıkmış. Buna ek olarak, 31 Ekim 2019 tarihi itibariyle 2019’da toplam 371.031 düzensiz göçmen yakalanmış. Bu resmi sayılara mülteciler dahil bile değil. Bu kadar hareket varken, kimin serbestçe dolaşabileceğine, kimin kendini bu topraklarda ait hissedebileceğine, kimin bu topraklardaki devletin olanaklarından faydalanabileceğine kim karar veriyor? Hangi kriterlere göre karar veriyor? Devletin ve halkın farklı göçmen gruplarına karşı farklı tutumlarını hangi etkenler tetikliyor? 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce, Osmanlı Devleti’nde millet sistemi adı altında bazı azınlık gruplarına bazı hukuki ve sosyal ayrıcalıklar, özerklikler tanınıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla devletin kimlik politikaları milliyetçilik ve etno-dinî homojenlik fikirleri etrafında oluşmaya başladı. Türklük, Türk asıllı olmak, Türk kültürel miras, kimin makbul vatandaş olup kimin olamayacağını belirlemedeki en önemli faktör oldu. Türk-Sünni olanlar makbul vatandaştı, benzer köklerden gelen, aynı dine mensup olan veya benzer kültürel mirasa sahip olanlar ise, Türkiye ve Türk kültürüne adapte olmak şartı ile vatandaş olarak kabul edilebilirdi. Mesela Balkan Savaşları zamanındaki göçmenler, hem devlet hem halk tarafından benimsenebildiler. Hem aynı dine mensuplardı, hem de benzer kültürel mirasa sahiplerdi. Ayrıca yüzyıllarca Osmanlı Devleti adı altında atalarımız beraber yaşamışlardı. Günümüzde kime sorsanız, muhakkak bir akrabası Bulgar göçmeni, Makedon göçmeni, Sırp göçmeni, vs. Ancak bu tabii ki her etnik grup için geçerli olmadı. Devlet tarafından ülkeye girişleri kabul edilse de, onlara vatandaşlık ve vatandaşlığın getirmiş olduğu haklar tanınsa da, halk arasında dışlandıkları da oldu. Halen günümüzde, yüzyıllardır bu topraklarda yaşamış olan Ermenileri, Rumları, Yahudileri kabul etmeyen önemli bir kitle var. Bunun yansımasını medyada, en somut olarak da Hrant Dink Vakfının Nefret Söylemi Raporunda görebiliriz. 2018 yılında en çok nefret söylemine maruz kalan hedef gruplar sırasıyla Yahudiler, Ermeniler, Suriyeliler, Yunanlar ve Rumlar olmuş. Farklı topraklardan göç edenleri bırakın, devletin onları yasal olarak kabul etmesine rağmen daha yan yana yaşadığımız insanları benimseyememişiz.

Suriyeliler demişken, günümüzün en güncel örneği olan Suriyeli göçmenler örneğine bakalım. Suriye topraklarında doğmuş, Suriyeli kimliğine sahip insanlar, sosyo-politik ve ekonomik şanssızlık ve dezavantajlar yüzünden doğdukları topraklarda kalamıyorlar. İsteseler de istemeseler de, kendi can güvenlikleri ve hayat standartları için yer değiştirmeye mecbur bırakılıyorlar. En yakın, en basit, en güvenli kaçamak yeri onlar için Türkiye diyebiliriz. Türkiye’ye Türkiye olduğu için gelmeye can atmıyorlar. Tesadüfen yan yana bulunduğumuz için, ve bu coğrafyanın onlara umut kaynağı olduğu için buraya geliyorlar. Fakat Türkiye’ye kaçabilmiş olmak, tüm Suriyelilere aynı umutları vaat etmiyor. Zaten ilk olarak 1951 Cenevre Sözleşmesi nedeniyle yasal olarak “mülteci” olarak sınıflandırılamıyorlar. Birçoğunun ne oturma izni var, ne “mülteci” olarak sınıflandırılmadıkları için mülteci hakları var. Araftalar. Avrupa Birliği’nin gözüne girmek, oy toplamak, düşüşte olan Türkiye nüfusunu canlandırmak ve daha bilmediğimiz birçok nedenden ötürü bu durumu çözmek için birçok çaba var. Düzgün ev sahipliği yapabilmek, göç akımlarını kontrol edebilmek ve istihdam sağlayabilmek adına Yabancı ve Uluslarası Koruma Kanunu oluşturulup yürürlüğe geçirildi (2013 ve 2014) ve Türk Vatandaşlığı Kanununda değişiklikler yapıldı. Bu gelişmeler sayesinde devlet, Suriyelilere “geçici koruma” sıfatını atadı ve onlara sağlık hizmetleri ve eğitime ulaşım, çalışma izni gibi ayrıcalıklar tanıdı. Ama tabii ki bu ayrıcalıklar sadece bir kısmına tanındı. Halen oturma izni veya “geçici koruma” altına alınmamış binlerce Suriyeli var. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2016’da ilk kez Suriyelilere Türk vatandaşlığı verme fikrini ortaya attı. Bunu neden mi istedi? Bazı düşüncelere göre oy toplamak için, belki de Türk nüfusunu gençleştirmek, nüfusa donanımlı bireyler katmak için, belki de politik bir taktikti. Fakat bu teklif hiç hoş karşılanmadı. Politik hamle olduğunu düşünenler, ülkenin siyasi dengesinin iyice bozulacağı fikrindelerdi. Daha milliyetçi kesim ise onların bizden olmadığını, bizim kimliğimizi bozacaklarını düşündüler. Vatandaşlık vermek artık Suriyelileri “geçici misafir” konumundan çıkaracaktı. Bu, insanların gözünü korkutan bir durumdu. “Suriyeliler huzursuzluğu” iyice ciddileşince, 2017’de Başbakan Binali Yıldırım, “Misafirperverliğimize laf getirecek davranışlardan kaçının. Haddini aşıp taşkınlık yapan, suç işleyen kendisini hâkim önünde, gerekirse sınır dışında bulur,” dedi. Buna ek olarak sadece “nitelikli” Suriyelilere vatandaşlık verileceğini ve Türk vatandaşlarının huzurunun ön planda olduğunu belirtti. Devlet onları benimsemiş, koruma altına almış olsa da halkın onları benimsediklerini hâlâ söyleyemeyiz. Nefret Söylemi Raporunda da gördüğümüz üzere, hâlâ sözlü ve fiziksel şiddete maruz kalıyorlar. “Bizden” olarak görülmüyorlar. 

Peki kendi içimizde bunca ayrım yapıyorken, aidiyeti argüman olarak sunmak ne kadar doğru? “Bizden” olarak gördüklerimizi bile sıkça dışlıyorken, “siz” – “biz” çatışmasından nasıl bahsedebiliyoruz? Kimin hangi sıfatla tanınacağından, kimin nereye nasıl gidebileceğinden, kimin hangi ayrıcalıklardan faydalanabileceğini sürekli tartışıyoruz. Kimlerin buraya ait olduğunu tartışıyoruz. Ama belki de asıl aidiyetin ne olduğunu tartışmamız gerek. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks