Deneme

ADRESSİZ OKUR

By

Bilinmeyen bir zamanın, bilinmeyen bir köşesinde, hiç bitmeyen bir çatışma yaşanırdı. Çatışmanın galibi olmazdı; taraflar deseniz, hiç var olmamışlardı. Bu çatışma birçok insan tarafından defalarca kez tekrarlanmış, onları farklı yollara ayırmış; nihayetinde, aynı kavşaktan döndürüp aynı durakta durdurmuştu. Doğum ve ölüm arasında kalan bu sürece “hayat” denirdi. Mutlak bilgeliğe ulaşanlar, sonsuz sessizliğe karışanlardı.

Eski bir Japon öğretisine göre, insan, iç çatışmasında iki türlü kaybeder: saldırarak ve pes ederek. Önemli olan kendi gerçeğimizden kaçmadan, onu kabullenerek dengeye ulaşmaktır. Dengeye ulaşan kişiler, sadece kendilerini değil, çevrelerini de bir değişime sokar, bilge olurlar. Bir diğer yandan, bu dengeye ulaşmanın yolu, kendimizi çözümlemekten, yargılamadan ve korkmadan dinlemekten geçer. Bunu yapabilen kimseler, kendilerini ve çevrelerini açıklama konusunda kazandıkları müthiş gözlem yetisiyle dünyaya iz bırakırlar. Gerek bir tuvalde gerekse bir kağıtta, belki de kendi kendimize mırıldandığımız bir melodide saklıdır öyküleri. Onlara “sanatçı” der, ama sanatın ne olduğu konusunda derin düşüncelere dalarız. Gerçeklerden kaçar, onları değişmiş gibi gösterir, hatta varlıklarını inkar ederiz. Sahi, sanata hayatımızda bir yer bulabilir miyiz? Toplumda birbirine dokunmakta olan binlerce ruh, birbirlerinin bilgeliklerinden faydalanacakları yerde, neden gözlerini kaçırırlar? İnsan en çok kendi gerçeğinden mi korkar?

Oğuz Atay, yazdığı Demiryolu Hikayecileri öyküsünde de bize bundan bahseder. Hikayede, sanatıyla yaşayan ama sanatını yaşatamayan üç insanın varoluş mücadelesini gözler önüne serer. Amacı sorgulamaktır; ama hayır, kırmadan, isyan etmeden, nahif bir üslupla gerçeği haykırır bize. Onlara “memur hikayeci” diye seslenen asık suratlı istasyon şefine sitem eder mesela; bilir ki, sanatçı devletin memuru değildir, özgürdür. Sansürlerle susturulamaz, yazacakları konuya değin karışan bir sistemde varlığını sürdüremez. Gecenin bir yarısı tren sesiyle dışarı fırlayışını anlatır, sucuk ekmekçi ve ayrancıyla rakip olmuş, elindeki hikayeleri olur olmadık yere eleştiren müşterilere kendini beğendirme çabasına girmiştir. Titrek mum ışığında yazdığı, istasyon şefinin kulübesinde alelacele temize çektiği öyküleri yine bu müşterilerin anlattıkları ile güncellik kazanabiliyordur. Yerini sorgular, gördüğü değeri, hayatını… Zaman geçtikçe bir hikayeci aralarından ayrılır, içindeki boşluğu doldururcasına aşk yaşadığı kadının da istasyonu terk etmesi ile derin bir yalnızlık içine girer. Hayır, bu onu kendi ile baş başa bırakan faydalı bir iç yalnızlık değildir; her geçen gün ruhunu kemiren, bilinmeyen bir zamanın, bilinmeyen bir köşesinde, hiç bitmeyen bir çatışmanın kazananı ve kaybedeni olmaya iten bir yalnızlıktır. Dışarıdaki dünyadan soyutlanır, kendinden de öyle. Eşyalar sahipsiz kalmış, zaman kavramı da eski dostları ile birlikte istasyondan göçmüş, o tren bile uğramaz olmuştur. Yine de hayat amacından –sanatından- kopmamış, yazmaya devam etmiştir. Unutulmuş bir adreste, unutulmuş bir sanatçı olur. Ruhu topluma anlatmak istedikleri ile kıvranırken, gözleri okuyucusunu aramaktadır. “Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğumu bildirmek istiyorum.” İçine sanat yerleşmiş kimselerin huyudur, canlarını alsanız, yine susmazlar. Dokundukları yerde izleri kalır, insan olmanın gerçeğini yaşar ve yaşatırlar. Varlıkları maddesel değildir, sesleri yüzyıllar ötesine seslenecek kadar gürdür. Ondandır ki ne bir adrese ne de onlara sözde iyilikler yapan istasyon şeflerine ihtiyaçları vardır.

Biz buradayız sevgili Oğuz Atay; insanların unutulmadığı, isimsiz bir adreste, sanatınla ve seninleyiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks