Rıza Kadiroğlu sokağın ortasında öylece dikilirken saat dokuzu biraz geçmişti. Yüzünde en ufak bir kas dahi oynamıyordu. Ne bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru ne de botlarının içinden bile hissettiği parke taşların soğukluğunu umursuyordu. Sokak neredeyse boştu, yalnızca havlayan birkaç köpeğin sesi duyuluyordu. Damlaların şiddetli sesi dışında her şey ve her yer o kadar sessiz, o kadar durgundu ki ayın solgun ışığı bile sanki insanı kör ediyordu. Rıza Kadiroğlu sırılsıklam olmuştu, arkasını döndü ve karanlık sokakta ağır ağır yürümeye başladı. Adımları temkinliydi fakat gözlerinin derinlerinde bir yerde, tanımlayamadığı bir korku vardı. Apartmanın kapısına yaklaştıkça bu tanımsız korku hissi daha da artıyordu; göreceklerini, duyacaklarını, hissedeceklerini önceden bilmenin garip tedirginliğini yaşıyordu. Bu korku duyusunu anında kafasının arkasında bir yerlere attı. Sonra gözlerine yeniden o kararlı, hareketsiz ifadeyi yerleştirdi. Apartman rutubet kokuyordu. Duvarların sıvası dökülmüştü yer yer. Merdivenleri ikişer ikişer çıktı. Üçüncü kata çıkması gerektiğini yıllar önce gelen mektup sayesinde biliyordu.

Anahtarı çevirmeden önce kapının önünde birkaç saniye durdu, tereddüt eder gibiydi. Kilit sesi beyninin içinde patlıyor, sağır ediyordu. Girer girmez kokusunu aldığı eskiliğin her yerinden belli olduğu yıkık dökük eve baktı. Yalnızca bir tane koltuk ve duvarda kan vardı.

Ev epey büyüktü; geniş bir salon, hemen yanında büyükçe bir mutfak, içeri doğru uzanan uzun bir de koridor vardı. Yerler veya eşyalar konuşamaz ama çok şey söylerdi. Görünüşlerinin duyguları, düşünceleri, çelişkileri, soruları, yanıtları, vardı; en güzel hikayeleri anlatırlardı. Bu ev de öyleydi işte. Bu evin de duyguları vardı. Bitkindi bu ev. Yorulmuş, usanmış, ve kızgındı. Pek bir beklentisi yoktu artık. Bu evde bir zamanlar bir çocuk yaşardı. Bu ev belki de o çocuğa kızmıştı; belki de o yüzden dökmüştü duvarlarını, soldurmuştu tavanını. Rıza bu çocuğu tanırdı bir zamanlar. Bu evi hiç tanımasa da onun bir akşam kapıyı çarpıp buraya geldiğini bilirdi. Ondan sonra da görmemişti zaten onu bir daha. Çocuk on sene önce babasının evini terk ettikten sonra annesinin yanına gitmiş, orada biraz kalmış, sonra da apar topar bu evi bulmuştu. Belki bir gün babası gelmek ister diye içinde sadece bu evin anahtarı ve adresi olan bir mektup göndermişti. Elbette babası hiçbir zaman gelmemişti. Ama şimdi o boş evin ortasında dikiliyordu Rıza, yıllar sonra. Yıllar boyu bu çocuğun ne yaptığı, ne yediği, ne içtiği o farkında olmasa da hep aklındaydı.

Hiç de çıkmamıştı.

Kimdi bu çocuk?

Rıza o anın aklına gelmesini engelleyemiyordu. Ne çarpan kapının sesini unutabildi, ne de oğlunun son kez gördüğü yaşlı gözlerini. “Ben gidiyorum,” demişti. “Kendine iyi bak baba.”

Rıza evde dolanmaya devam etti. “Kimse var mı?” diye seslendi fakat ses yoktu. Anlaşılan kendisi adım adım gezecekti. Buraya nasıl geldiğini kendisi de hatırlamıyordu. Ne olmuştu, ne düşünmüş, ne hissetmişti de yıllardır açmaya korktuğu o mektubu hışımla açıp bu adresi bulmuştu? Bunca sene neden bakmamıştı o mektubun içine? Korkmuş muydu? Yoksa merak dahi etmemiş miydi? Pek de bir şey düşünmüyordu artık, düşünemiyordu. Oğlunu bu evde bulmayı ummuştu, ama bu evde kirli duvarlardan başka bir şey yoktu.

Oğlumu kaçırdılar. 11 yaşında bir masum. Masmavi gözleri var. Annesinden aldı. Annesi Sevim, iyi kadındı, en azından severdi bizi. Ama dayanamadı. Aile kurmaya hazır değilmiş. Çareyi bavulunu toplayıp gitmekte buldu. Oğlumu kaçırdılar. Ben parayı ödeyemedim. Oğlumla tehdit ettiler beni. Hayattaki tek varlığımla. Kim bilir nerede şu an? Ne yapıyorlar ona? Zarar veriyorlar mıdır? O küçücük mavi gözleri yaşlarla dolmuş mudur? Korkmuş mudur benim oğlum?

Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Hayatımda çok kez elimin kolumun bağlandığı, çaresizlik çukurunda nefessiz kalıp boğulduğum anlar yaşadım. Pek çok kez ne yapacağımı bilemedim, pek çok kez bütün dünyanın durduğunu, her şeyin donduğunu hissettim. Fakat ben hangi bataklıkta batıp kalmış olursam olayım, daha önce hiç bu kadar nefessiz kalmadım. Oğlumu kaçırdıklarında ben de dondum.

Bir gün sonra adamların istediği parayı verdim. Başka bir yere borçlandım, ama oğlumu kurtardım ellerinden. Siyah takımlı adam oğlumu elinden tutmuş yürüyordu bana doğru. Korkunç bir suratı vardı. Adamın suratına odaklanmıştım. Çünkü yanında küçücük kalmış o çocuğun suratına bakamıyordum.

“Beş kilo malı alıp parayı ödememek ha? Bir de sana güvenirdik be Rıza. Onca yıldır piyasadasın, o kadar iş yaptık.”

Çocuğu öme doğru hafifçe itti.

“Ayağını denk al. Çocuğa yazık olur.”

Odaların birinde bir dolap vardı. Rıza dolabı yavaşça açtı; içinde kıyafetler, kutular, kağıtlar, bir sürü ıvır zıvır. Bu dağınıklık onu gülümsetti. Oğlu küçükken de dağınıktı. Küçükken de eşyalarını oradan oraya savurur, bir daha da toplamazdı.

Kimse toplamazdı. Kimse gelmezdi eve. O evin bir sahibi yoktu. O ev çok suskundu. O ev ağzını açmamaya yemin etmişti. Rıza önünü bile göremezken sabaha karşı paldır küldür girdiği o ev çok kızgındı. Bazı geceler vardı; o, sahip olduğu her şeyi kumara ve uyuşurucuya adarken oğlunun sessiz gözyaşlarını o evin duyduğu. Babasının artık eve gelmesini hep içinden söylese de o ev duyuyordu o çocuğun çığlıklarını. O ev çok iyi biliyordu ki Rıza kim bilir nerede sızıp kalmışken oğlu aklına dahi gelmemişti. Gelmezdi. Oğlu nasılsa yiyecek bulurdu, evi de ısıtırdı bir şekilde elbet, hatta çamaşırlarını bile yıkardı. Hem birisi zarar da vermezdi ona. Ne olabilirdi ki? Önünde oynaması gereken kartlar aklındaydı Rıza’nın. Başka bir şey değil.

O evde bir çocuk adam oldu. Suratı değişti. Gözleri büyüdü, burnu irileşti, sert kıllar yanaklarını kaplamaya başladı. Bambaşka birisiydi oradan ayrılırken. O çocuğun büyüyüp serpilişini kimse izlemedi. Adam oldu, ama kimse merak etmedi. Oğlunun mavi gözleri babasının aklında mıydı, kimse bilemedi. Çehresini hatırlar mıydı acaba? Daha önce hiç incelemiş miydi suratını? Sesini dinlemiş miydi, sesinin kalınlaştığını hiç fark etmiş miydi? O çocuğu bir tek o ev dinledi. O ev çocuğu hep izledi, ona sorular sordu, onun hayatını öğrenmek istedi. Hislerini, düşüncelerini, çığlıklarını, sessizliklerini o ev sordu ona. Öğrenmek istedi. Çünkü çocuk yapayalnızdı. Değersizdi. Unutulmuştu. Onu hatırlayan son kişi de gittiğinde hiç doğmamış olacaktı. Kimsenin bugün nasıl hissettiğini bile sormadığı onca insan gibi o da kaybolup gidecekti.

O evi hatırladı Rıza dolaba bakarken. O evin hikayesi sonsuzdu.

Dolaptaki kıyafetlerin üstünden bir bir elini gezdirdi. Yukarıdaki kağıtları merak ediyordu ama ne göreceğinden korkuyordu. On sene içinde kim bilir neler olmuştu oğluna. Belki o kağıtlarda onunla ilgili bir şeyler bulacaktı. Belki o kağıtlar oğlunun nerede olduğunu, kiminle olduğunu, ne yediğini ne içtiğini söylüyordu. Belki oğlunun suratını anlatıyordu o kağıtlar. Sesini betimliyor, sakallarını resmediyordu belki. O masmavi gözler şimdi aklından çıkmıyordu Rıza’nın.

Korkusuna rağmen durduramadı kendini. Her ne kadar tereddütlü olsa da titreyen ellerle kağıtlara uzandı, okumaya başladı. Başta anlam veremedi, resmi evrak gibi duruyorlardı. Rıza uyuşturucudan hapse girdiğinde avukatının tuttuğu kağıtlara benziyordu. Yanılmamıştı. Bir avukatın imzası vardı altında. Çok anlamasa da Rıza şöyle bir göz gezdirdi. Bir cinayet söz konusuydu. Fakat bu cinayet sıradan bir cinayet değildi. İsmi gördüğünde kanı dondu. “Sevim Kadiroğlu’nun cinayeti…”

Faili ise Cemal Kadiroğlu’ydu. Ölen kadın Sevim ve kendisinin biricik çocukları Cemal Kadiroğlu.

“Gitme Cemal, gitme oğlum.”

Son defa bakmıştı bana. Umutlarına. Bekleyişlerine. Keşkelerine.

“Ben gidiyorum baba. Kendine iyi bak.”

Rıza sarsılarak yere yığıldı. Elleri boşaldı, kağıt başka bir yere uçup gitti. Nefesleri sıklaştıkça göğsü inip kalkıyor, daha çok boğuluyor, daha çok nefessiz kalıyordu. Gördükleri, okudukları, aklına çalınan sesler, görüntüler hepsi ordan oraya çarpıyordu kafasının duvarlarına. Karısı ölmüştü. Öldürülmüştü. Oğlu öldürmüştü. On sene önce o kapıyı çarpıp giden mavi gözlü evladı öldürmüştü. Annesinin katiliydi Cemal.

Rıza titreyerek ayaklandı. Daha çok kağıt, eşya, dosya, artık ne varsa, oğluyla alakalı her ne varsa bulmak umuduyla dolaba tekrar yöneldi. Daha çok şey öğrenmek istiyordu; daha çok şey görmek, duymak, hissetmek… Ellerini dolaba doğru savurdu. Rıza hıçkırarak ağlıyordu şimdi. Yapamadı. O dolabın karşısında dikilemedi. O dolap Rıza’ya öyle baktı ki, Rıza yerle bir oldu.

“Cemal… Cemal…”

Hıçkırıklarının arasından oğlunun adını sayıklarken fark etti ki o anda tek istediği oğlunun yüzünü görmekti. Masmavi gözlerine tekrar bakmak, on senedir unuttuğu o çehreyi çizgisi çizgisine incelemek… Ve sormak. “Neden?” diye bağırmak. “Neden yaptın?” demek. O mavi gözlerinin ardında oğlu her ne düşündüyse, aklından neler geçirdiyse hepsini bir bir duymak.

“Cemal…”

Derin bir nefes alıp ayaklandı ve yaşlarını sildi. Elleri yüzünde, bakışları dolaba kilitlenmiş, donuk bir halde o koca odanın ortasında küçücük kaldı Rıza. Ayaklarında güç aradı, bulamadı. Ama çıkması gerekiyordu oradan. Evi dolaşması gerekiyordu. Oğluna ait bir iz, bir ipucu bulması gerekiyordu. Odadan ağır ağır çıktı ve arkasına dönüp bakmadı.

Karşı odanın kapısı kapalıydı. Artık Rıza ne göreceğinden korkmuyordu. Artık onun için her şey o kağıtta okuduğu iki sözcükten ibaretti. Yine de durdu biraz. Kapının kulbuna uzandı, derin bir nefes aldı. Kapının ardında her ne varsa sanki ensesinde hissediyordu. Sanki kapının ardındaki şey içinde bir yerlerde çoktan varlığını ilan etmişti. Ve onu duydu Rıza. Kapının ardını duydu. O bir saniyede, o ensesindeki ılık histe o sesi duydu. Patlama sesini. Çok iyi tanırdı Rıza bu sesi.

Silahın sesini.

Belki saniyeler öncesinde kulbu çevirseydi daha canlı bakıyor olacak olan o mavi gözlere baktı. Solgunlardı şimdi. Hayat yoktu hiç. Nasıl oluyordu da her yer kan kırmızısıyken her şey bu kadar renksiz olabiliyordu?

On sene sonra ilk kez gördü oğlunu. Kollarına aldı, kokusunu içine çekti. Ona yeterdi bu. İkisi de aynı evdeydi. Oğlu hep yanındaki odadaydı aslında. Oğlu hep oradaydı. Oğlunun nefesi hep orada olacaktı. Bunu düşünmek bile yeterdi ki Rıza’ya. Son kez baktı mavi gözlerine. Gencecik bir hayatın nasıl uzaklara yelken açtığını izledi o gözlerde.

Dudaklarından ise sadece “Gitme oğlum,” çıkabildi.

Artık bu evin de hikayesi sonsuzdu.

Üsküdar Amerikan Lisesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks