Derin bir nefes daha aldım. Etrafta kimse yokken gözlerimi kapatmak zorunda olmak ne korkunç şey. Sanki çocukken var olduğuna inandıkların seni alıp götürebilecekmiş gibi ışığın her kıpırtısında nefesimin kesilmesi. Bu kesiklerin arasından sızan kahve kokusu… Tek-başınalığın kokusu. Karşında ihtiyatla fincanına üfleyerek laf arasında kahvesini yudumlayan o birinin olmadığını sana hatırlatmak istercesine.

Annem günde bir doz içtiği sade kahvesini yudumlarken, sokaklardaki kuru soğuğun pencerede bıraktığı buğuyu seyrederdi. Bense camın buğusuna çelimsiz parmaklarımla yamuk yumuk çiçekler çizerdim. Bir araya getirdiğim buğular damlalar olup çiçeklerimin yapraklarından aşağı camın pervazına akardı. Sağ işaret parmağımın ucu soğuktan kızarırdı. Anneme kaçamak bakışlar atıp yüzünde bir ifade oluşmasını beklerdim. Bakışları saydam çiçeklerimi delip sokaklara inerdi. Kahvesinin ilk yudumlarıyla geri dönmeyecek birinin peşinden uzaklara gitmiş olurdu.

Eğer zihniniz başka yerlere gittiyse, sakince onu yakalayıp geri getirin… Kendinize şimdiye dönmek için bir şans daha tanıyın…

Gelişigüzel aralıklarla kulağıma fısıldayan kadın beni pencerenin pervazından tutup iki metrekarelik çadırıma geri getirdi. Termosun açık ağzından çıkan nefis kahve kokusu her nefes alışımda burun deliklerimden kafamdaki boşluğa nüfuz edip içimde durdurmaya çalıştığım şeyleri gıdıklıyordu. Yüzümdeki kasları serbest bırakmaya çalıştım. Ah bir an önce şu on dakikalık kaset bitse de çok soğumadan kahvemi içsem. Zaten kimse bana eşlik etmeyecek.

Nefesinizin kendi ritminde akmasına izin verin… Nefes alın… Aradaki boşluğu fark edin… Ve nefes verin… Alın… Fark edin… Verin…

Burada sadece ben kaldım. Akıl almaz bir inat ve vurdumduymazlıkla. Sürünün geri kalanı, inci gibi dizilip aşina oldukları bir ciddiyet ve ahenkle dalgalar çizerek, gözleri kör eden beyazlığın içinde kaybolalı iki gün oldu. Halbuki ikinci kamp üssüne geleli daha bir hafta olmamıştı. Yerleşmemizin ikinci günü o uğursuz telsinden çığ tehlikesi sinyalini aldık. Protokol gereği olduğumuz yerde çakıldık kaldık tam beş gün boyunca. Gecemiz gündüzümüz telsiz başında geçti ama nafile. Zirveyle aramızda yüzlerce metre yükseklik ve kirpiklerimizi donduran bir soğuk vardı. Hepsi gerisingeri çadırlarını topladılar. Aptallar.

Şimdi yavaşça etrafınızdaki dünyaya geri dönün… Parmaklarınızı kıpırdatın… Ve artık gözlerinizi açabilirsiniz…

Ben kahvemi soğuk içmek pahasına burada kalmayı seçtim.

***

ŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞ

Bugün Birinci Üs ile gündelik konuşmalarımızın yerini boş bir hışırtı aldı. Kulaklarımda yarattığı titreşimler midemi bulandırsa da telsizi gün boyunca açık bırakıyorum. Çığ tehlikesinin haberini almam lazım. Soğuğun bilediği duyularım her zamankinden daha keskin. Hala buradayım. Katlarca giysinin ve beş-mevsim uyku tulumunun altına uzanmış içi kaz tüyüyle doldurulmuş bir mumya gibi aynı kaseti başa sarıp dinliyorum.

Şimdi birkaç derin nefesle başlayalım… Büyük bir nefes alın… Biraz içinizde tutun… Şimdi uzun uzun verin…

Mat, uyku tulumu, bivak, metal battaniye, balaklava, güneş gözlüğü, yağmurluk, çorap, bir sürü çorap… Seksen litre çantanın envanterini sayıyorum. Bunların hepsini nasıl da sığdırabildim o çantaya. Dahası nasıl taşıdım.

Lisedeyken de mavi bir sırt çantam vardı. Bazen çantamın dikişleri patlayıncaya kadar eşyayla doldururdum. Halbuki sadece en gerekli eşyaları yanıma alırdım. İç çamaşırları, bir yedek pantolon, birkaç kazak ve bir gömlek. Okumuşluğumun kanıtı yanımda taşıdığım klasiklerden bir iki kitap ve içinde tuttuklarına tezat alımlı gözüken günlüğüm. Sürekli saklandığı için ezilmiş bir paket sigara ve ara sıra hayretle gözlerimi alan şeffaf çakmağım.

ŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞ

Kibrit, krampon, kazma, leken, pürsik, kürek, harita, kafa lambası, yedek piller, düdük, pusula, matara, termos, ocak… Saatleri sayılı bir ocak kartuşu. Hangi noktada biteceği ve biterse nasıl devam edeceğimle ilgili alternatif senaryolar üretip duruyorum. Hiçbiri mutlu sonla bitmiyor.

O zamanlar annem dönemin filmlerini izlerdi her gece. Mükemmel bir açıyla televizyonun karşısına konumlandırdığı pejmürde bir koltuğu vardı. O koltuğunda oturadursun, kadınlar deri valizlerinin kayışlarını hiddetle bağlar, eşarplarını bir Parizyen edasıyla saçlarına dolar kapıyı çarparlardı. Annem filmin sonunu getiremez, her seferinde uyuyakalırdı. Film bitince ekran karıncalanırdı. İşte gecenin tam bu saati mavi çantayı sırtıma yüklenir temkinli adımlarla yatak odamdan çıkardım. Annemin koltuğa gömülü bedeninin nefes alışını seyrederdim. Dakikalarca seyrederdim. Bir adım öteye gidemeden.

Evin kapısından dışarı atabilseydim kendimi soğuk geceye…

Sahi, neden bizim gecelerimiz hep soğuk olurdu?

Kapı zilinin sesini düşlerdim. Sıcak yapraklar arasından kaçıp gelen ışığın pencereyi tıklatmasını, bir sepette toplanan elmaları, aynı şemsiye altına sığmaya çalışan insanları, ocağın üstünde tatlı tatlı öten çaydanlığı, birbiriyle tınlayan insan seslerine odamdan kulak kabartmayı özledim. Annemin kahkahasını. Pencereden dışarı bakınca bana uzaktan göz kırpan pencereleri seyrederdim. Bizim penceremiz dışarıdan ne renkti hiçbir zaman görmedim. Geceleri hep evde oturur düşlerdim. Arkadan gri bir ses gelirdi.

ŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞ

***

Karton bir kutuydu evimiz. Ses, duvarlardan ve çerçevesine oturmayan kapıların altından sızardı. Bir ayağı ötekinden kısa bir sandalyenin ucunda oturmuş bir sağa bir sola tıkırdarken yemek masanın kenarına hizalanmıştı gözlerim. Boyum kıtı kıtına yetiyordu tek başıma yemek yemeye. Sıcak çorba kasesinden yukarı uçuşan dumanı izliyordum. Bir duman bitmeden öteki havalanmaya başlıyordu. Bir düzen, bir şekil arıyordum uçuculukta. 

Derin bir nefes daha…

Derin bir nefes alıp ciğerlerimi yakan havayı içime çektim. On senedir dağlardayım. İnsan duyusunun algılayamadığı bir sükûnetle nefes alıyorlar. Acele etmeden. Herkesten önce var olup, herkesten sonraya kalabilmenin güveniyle. Zirveyi sarmalayan bulutları bir dağıtıp, bir başlarına topluyorlar. Sonra bir daha. Sonra bir daha. Bütün yerküre nefes alıyor.

Çorbanın üstünde tüten dumanlardan gözümü alıp yatak odasının kapalı kapısına çevirdim. Yüksek sesler geliyordu. Daha önce bu kadar yüksek miydi sesler?

Bu kamp üssünde çakılı kaldım. Ocak kartuşum bitti. Sıcak şeyler içmek veya sıcak su torbasına sarılmak dışında ısınmamın başka yolu var mı? Telsiz hala kesik. Soğuk yetmezmiş gibi bir de çadırın önünde volta atıp sesli sesli konuşuyorum. Acaba karlara çarpıp kulaklarıma geri gelen benim sesim değil mi?

Birden kapı açıldı ve çerçevesinde bir karaltı belirdi. O kızgınsa asla gözlerine bakamazdım. Ama deli cesareti irsi olsa gerek, gözlerim parkelerle buluşmazdı da. Başka noktalar arardım odaklanabilecek. Adem elması mesela. Gözlerim ona kaydı. Düşündüm de bir cesaret, azcık daha yukarı kaldırabilseydim bakışlarımı, belki yüzünü yıllar sonra hatırlayabilirdim. Hayal meyal. 

Şimdi dik durun ve omuzlarınızı rahatlatın… Kendinizi rahat hissettiğinizde yavaşça gözlerinizi kapatın…

Kadının rehberliğine aldırmayıp elimdeki buz gibi çorbaya baktım. Soğuk suda erimemiş bir dolu un topağı. Ateş olmadan çorba yapmak kötü fikirdi.

Son kez orada gördüm babamı. O gece bavulunu alıp gitmiş.

***

Hareket etmeseydim çadırımla beraber bir anıt gibi donup kalacaktım aşağıdaki kampta. İyi ki biraz daha tırmanmışım. Azcık hareket etmek iyi geldi. Beş saat boyunca tırmandım. İliklerime işlemiş soğuğu biraz silkeledim. Sonra yeni bir kamp alanı kurdum. Çadırın altını biraz kazmam gerekti rüzgardan sığınmak için. Ellerim biraz morarmış soğuktan ama ziyanı yok. Battaniyeye sarıp biraz hareket ettirdim mi tekrar işlemeye başlarlar. Ben kafayı bileğimdeki saate taktım.  Bugün durmuş. Pili donmuş olabilir. Zaman dondu benim için.

Bembeyaz ve daracık bir labirent içinde geziniyorum. Güneşin solgun ışınları karların üzerindeki binlerce tanecikte kırılarak gözlerime yansıyor. O çok sevdiğim simli boyalar gibi. Elimde bir şey taşıyorum. Bir kazma? Ama o upuzun tüneli ben kazmış olamam. Bedenimin ne kadar da küçük. Kardan duvarlar boyumu aşıyor. Bata çıka babamı takip ediyorum. Elimde ne tuttuğumu hatırlamıyorum ama taşırken dengemi bulmakta zorlanıyorum. İkide bir karların arasına gömülüp kahkahalara boğuluyorum. Kazağımdan içeri kar doluyor. Yine de onun hareketlerini taklit ediyorum izini kaybetmeden. Parmak ucumda dengemi bulup babamı görmeye çalışıyorum. O tüneli kazıyor çok uzakta. Kar ve buzdan koridorlar arasından ufacık kalmış silüetini görüyorum. Annem arkamdan sesleniyor.

Geri dön kızım!

Kozamdan çıkmaya çalışıyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks