Deneme

BİR BAŞKALDIRI DEHASI: XAVIER DOLAN

By

Toplumsal kader, bireyin, bu yerküreye adım atıp nefes almaya başladığı ilk aldığı andan; emeklediği, büyüdüğü, bir çok rolü edindiği, eğitim aldığı, kendini sosyal ilişkilerin içinde bulduğu, para kazandığı, topluma karıştığı her an ve yerküreye veda edeceği saniyelerin tümünde “toplum” denen ikinci tanrının*, belirli çerçevedeki başlık ve o başlıklardan doğan sıfatlar altında insanı kategorize etme çabasını açıklayan bir tanım. Bizzat benim tanımım olan bu toplumsal kaderin, yine benim gözümden en büyük ittifaklarından biri de “toplumsal cinsiyet”tir. Eğer Kuzey İrlanda’nın en kuzeyinde izbe bir yerde tek başımıza bir kulübenin içinde yaşamıyorsak, yukarıda sıralamış olduğum bu evrende geçirdiğimiz anların neredeyse her bir tanesi, cinsiyet ikiliği; dolayısıyla toplumsal cinsiyet kavramının hükmü sonucunda var olmakta. Judith Butler, kendi çalışmalarında yukarıda sözünü ettiğim “toplumsal cinsiyet” kavramını; “Cinsiyetleri tesis eden üretim mekanizmasının ta kendisi” olarak ortaya koyar. Buradaki bu üretim mekanizması deyimine bir mikroskop uzatıp; inine girmek gerekir. Çünkü, cinsiyetin tesis edilmesiyle birlikte sözünü ettiğim toplumsal kaderi daha da işleyen ve işledikçe ona karşı gelmek isteyen, gelmeye çalışan ya da tam tersi direnmeyi hiç düşünmemiş her bir bireyi kendi çeperine alacak bir şey ortaya çıkacaktır. O şey ise performans. Bugün neredeyse her birimiz, ortaya koyduğumuz cinsiyet performansıyla bütünleşip kendimizi var etmeye çalışıyoruz.  Bu noktada, önce sözü tekrardan Butler’a verip sonrasında toplumsal cinsiyet –aslında büyük ölçüde toplumsal kaderin– inşasına bir nebze olsun karşı durmak isteyenlerin cenneti beyazperdede bu mücadelenin nasıl yer aldığına, kendisini kuir (queer) olarak tanımlayan; Kanadalı-Fransız yönetmen Xavier Dolan’ın çektiği filmlerdeki annelik-kadınlık ve  eşcinsellik temaları üzerinden getirdiği yorumlamalar ile değineceğim.

“Kendimizde iç özellik sandığımız şey, aslında beklentiyle ve belli bazı performatif eylemler üzerinden ürettiğimiz şeydir.” J. Butler, Cinsiyet Belası.  

Öz, ben, ya da nasıl adlandırırsak adlandıralım, aslında belli başlı ‘umma’ların, ikinci tanrının bizden beklediği şekilde ortaya koyduğumuz performansın ta kendisi olduğunu belirtir Butler. Sözünü ettiğim bu tanrının*, -bildiğimiz üzere- kendi isteklerinin bizzat uygulanışını görebilmesi adına aracı olarak atayacağı bir peygambere ihtiyacı var. O peygamberlerden en metanetli ve elzem olanı ise, medya. Bu çarkta, içimize hunharca işlemeye devam eden toplumsal cinsiyet, medya ve diğer görsel mecralar aracılığıyla hakimiyetini sürdürse de onu bozguna uğratmaya çalışanlara da tanıklık etmiyor değiliz. İşte beyazperde’nin, daha doğrusu beyazperdede kendisine kalkan oluşturabilmişlerin, buradaki rolü yadsınamayacak kadar büyük oluyor. Çünkü, sinema, kendi hamurunun bir getirisi olan çok boyutluluğunu; üreticisinden izleyicisine kadar o’nun ayağına gelenin ceplerine doldurarak uğurlamak ister. Sinemanın hamuru demişken… Nedir orada yatan çok boyutluluk? Bizi, çevremizi, etrafımızdaki her bir şeyi ilgilendiren ve şekillendirme yetisine sahip olan her şeyi içinde barındırıyor oluşu. İşte bu yüzden, böyle bir güce ve etkiye sahip olan bir alanda o sözünü ettiğim kalkan sahiplerinin varlığı çok kıymetli. Xavier Dolan, bunlardan yalnızca bir tanesi. Beyazperdede kendi koltuğunu var edişine; toplumsal cinsiyet normlarına olan başkaldırı çabasıyla şahit oluruz. 

Dolan, 19 yaşında yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi ‘J’ai Tue Ma Mere’ (Annemi Öldürdüm), sonrasında ‘Laurence Anyways’  ve ‘Tom À La Ferme’ (Tom Çiftlikte) filmleriyle sözünü ettiğim ‘toplumsal’ ile olan bağı zayıflatmak adına kendine has bir başkaldırı tekniği kullanır. Dolan ve onun gibilerin ipin ucundan tutmasıyla birlikte, hayatımızın neredeyse her alanına sirayet etmeye devam eden ‘toplumsal cinsiyet’ denilen diğer bir peygamber, medya  aracılığıyla yeniden yapılan alternatif tanım, yorumlama ve eleştiriler ile birlikte gündelik hayatımızdaki etkisini ve gücünü kaybetmektedir.

Dolan, ergenlik çağındaki bir çocukla onu ısrarla anlamadığını ileri sürdüğü annesi arasındaki muazzam çatışmayı ilk filmi ‘Annemi Öldürdüm’ ile bize verir. Öyle ki filmi görünce, bu çatışmada annenin mi yoksa çocuğun mu haklı olduğunu düşünmekten ziyade; buradaki çatışmanın rüzgarına iki tarafın da ortaya koyduğu performansa anlam yüklemeye çalışırken kapılırız. ‘O’nun istediği şekilde bir oğul olamam!’ repliğiyle başlar film. Ve bir çocuğun, annesine annelik rollerini tam olarak yerine getirememesi üzerinden teslim ettiği nefretine tanıklık ederek geçer bir buçuk saatimiz. Chantale, eşinden ayrılmış ve oğlu Hubert’in tüm bakımını tek başına üstlenmek zorunda kalan bir annedir. Herhangi bir anneden, toplumda kadınlığın tescili olarak görülen ‘annelik’ rolünden uzakta nefes alan bir kadındır. Yemek hazırlamak, düzenli olarak temizlik yapmak, saatlice evde bulunmak gibi genelgeçer misyonların sunulduğu kadınlığa ve anneliğe ters bir çizgide durmayı seçer. Oğlu Hubert ise, kendisini bir türlü ifade edemediği annesine karşı zerre tahammülü olmayan; onun her hareketinden nefret eden ve film süresince türlü isyan kokan tavırlar ile annesini kendi cephesinde yenilgiye uğratmaya çalışan bir çocuktur. Chantale, oğluna onun beklediği ve talep ettiği gibi bir annelik teslim etmeyeceğini, neredeyse her hareketiyle seyirciye gösterir. Bir çocuğun anlaşılma isteğinin; herhangi bir ‘anne’nin üstlenebileceğini düşündüğü rolün refakatinde gerçeğe bürünme arzusunu verir. Burada bir beklenti, bir umma vardır.  “Bir anne, böyle davranmaz!” diye isyan eder, durur Hubert.. Annenin, kendi kadınlık performansı üzerinden koyduğu bu tanımı ise, ondan talep edilenleri yerine getirmeyişiyle bariz bir şekilde bize geçer. Chantale, alternatif bir anne modeliyken; bir erkek çocuk olarak Hubert ne yapar? Filmde, Hubert’in eşcinsel bir birey oluşunu hiçbir zaman anneye olan bir karşı duruş olarak bağlamaz yönetmen. Ancak, filmi görünce şunu düşünürsünüz: Hubert, eşcinselliği, içinde bir yerde ödipalinde* anne ile babanın ayrı oluşu; annenin, sıradan bir anneden çok; onun gözünde ‘nefretlik’ bir okul arkadaşından farksız oluşundan dolayı bir başkaldırı olarak mı seçer? Kim bilir, belki de… Lakin biz, psikanalitik bakış açısını bir kenara bırakıp yönetmenin gözünden cinsiyet normlarına olan eleştirisini bir yere oturtmaya çalışırsak, şöyle bir sonuç elde edebiliriz; ‘Annemi Öldürdüm’, toplum tarafından sistematik bir şekilde dizayn edilmiş kadınlık üzerinden olan tanımlanan ‘annelik’ kimliği ile ‘erkek çocuk’ kimliği arasındaki çatışmayı, karakterlerin birbirlerine olan tahammülsüzlüğü ile ciddi bir şekilde gözümüze sokarak yerden yere vurur. Hubert, annesini işte tam olarak bu yüzden öldürmek ister. Tahammülü yoktur çünkü. Tipik bir ‘anne’ beklentisini karşılayamadığı için onunla çatışır. Hatta daha da ileri gidersek, annenin yok olmasını bile ister Hubert. Anne ise, oğlundan yani Hubert’ten uzaklara kaçmak ve tüm bu karmaşadan arınmak ister; verilen ödevlerden kaçıp uzaklaşabilmek için. 

Aradığın şey nedir Laurence Alia?

Aslında, benim dilimden anlayacak ve benimle konuşacak birini arıyorum…” 

İrili ufaklı gözlerin yan yana, el ele kalabalıklar oluşturduğu acımasız bir tablo… Kanada’nın 90’lı yıllarında bir mahallede seyir halinde olan; kendisiyle aynı kalemi tutmayanlara karşı muazzam bir dışlayışla bezenmiş. İzleyici olarak o tabloyla birlikte selam veririz Laurence’in evrenine. İri iri yağmur taneleri altında ıslanmayı kabul etmekten vazgeçen ve kendisine “kendisiyle” bir sığınak arayan adamın hikayesidir Laurence Anyways. Laurence Alia, bir başkasının hayatını çalmakla kendisini suçlayan; bu suçtan derhal arınmak isteyen bir Fransızca öğretmenidir. Kendi bedenine karşı olan yabancılaşması, onu küçücük bir fanusun içinde kulaçlar atmak zorunda hissettirdiğinden bir isyan evresiyle tanımaya başlarız karakteri. Evlidir. Karısı Fred ile dışarıdan bakıldığında son derecede sağlam bir ilişkileri vardır. Laurence, okulda yaptığı öğretmenliği dışında eşiyle de o kadar çok öğrenci-öğretmen konumuna girip çıkar ki; sürekli bir öğrenme hali, birbirlerini besleme ve büyütme hali vardır aralarında. Aslında bu ilişkiyle, sağlamlığa zarar gelmeyecek; hep baki kalacaktır. Ama yalnızlaşır Laurence. Eşinden veya işinden dolayı değil… Kendisinden dolayı. O kadar büyük bir kalabalığa sahiptir ki bu kalabalığın içinde kendisini bulamamanın verdiği müthiş acıya katlanmak, artık onu katlanılmaz bir boyutun eşiğine sürüklemiştir. Laurence, kendi doğum günü kutlamasından sonra eşiyle artık yalanlara değil hakikate olan açlığını paylaşmaya karar verir. Hakikat, kendisinden başka bir şey değildir. Bir erkek bedeninde bir kadının sancılar içinde nefes alma mücadelesi için daha fazla sağlayacağı kaynak; yer, alan yoktur. Ancak ve ancak, o kadının dünyaya gelip nefes alabilmesi için kozadan dışarıya çıkarılması ve uçmaya başlaması gerekmektedir. İşte o kozadan kurtulma vakti gelmiştir Laurence için.

Başlarda hayat arkadaşı Fred, Laurence’i: “Eşcinsel olduğunu neden benden gizledin? Erkeklerle beraber olmak istediğini neden en başta söylemedin?” gibi sorularla yargılamış; kendi içinde bu durumu nasıl bir yere oturtacağına dair mücadele verir. Bu sorulara karşı Laurence: “Eşcinsel değilim, erkeklerden hoşlanmıyorum. Ben, sadece ben olmak istiyorum” minvalinde cevaplarla eşinin bu hırçınlığını dindirmeye ve onu içinde bulunduğu bu sancıyı daha iyi anlayabilmesi adına yanına çekmeye çalışır. Başarılı da olur. Aslında, bu noktada başarılı olan Laurence midir yoksa eşi Fred midir tartışılır. Sevdiği insanın özgürlüğüne kavuşacak olmasından dolayı hissettiği rahatlamadan dolayı verdiği karşı duruşla Fred, iyi bir örnek sayılabilir. Yol arkadaşının yıllardır gizlemeye çalıştığı ve sonunda itiraf ettiği şeyi duyunca yaşadığı o parlama çok sürmez. Öyle ki Laurence ile birlikte, toplumda kadınlara atfedilmiş olan kıyafetlerle kuşanıp özgürce işe, eve gitmesi; dışarı çıkması için denemeler yaparlar. Bir işbirliği söz konusudur. Laurence, kadın kıyafetleri giyip okuluna yani işine gittiği ilk gününde büyük bir rahatlama yaşar. Arada okuldaki ufak tefek yargılayıcı bakışlar dışında, cesaretiyle kendi benliğine kavuşma macerasını başlattığı bu gün onun için çok önemlidir. 

Hatta bunu, okul müdürünün “Bu bir isyan mı Laurence?” sorusuna karşılık; “Hayır, bu bir devrim!” olarak nitelendirir. Kendi devrimini, toplumsal kaderin ondan talep ettiği her bir detaya “Hayır!” yanıtını vererek ve kozada kalmayı seçerek değil; bizzat uçarak gerçekleştirir. Budur devrim. Bir başkasının veya başkalarının taklidiyle geçen bir yaşamın yorgunluğuyla değil; kendini yeniden tanımlayabilmenin verdiği özgürlükle yapılır. 

Laurence’in bu devriminde, eşi Fred’in ona olan bağlılığından zerre azalmanın olmayışı ve bizzat bu süreçteki en yakın dostu oluşu bize şunu gösterir : Sevgi, karşımızdaki insanın organından; giyiminin feminen ya da maskülen oluşundan, ortaya sunduğu rollerden çok daha fazlasıdır. İşte buradaki bir diğer devrim de Xavier Dolan’a aittir. Çünkü, trans bir bireyin dönüşümü sırasında aslında karşı cinse karşı bir eğilimi olduğu sanrısı yok edilir. Trans bireyden ve dolayısıyla etrafındaki insanlardan beklenen ilişki performansı, hakikatin yani sevginin üstünde değildir. Olamaz. Böyle bir zemin ve de gerçek yoktur der, yönetmen. Laurence’in kendi özüne olan dönüşü, tamamen yine kendisiyle alakalıdır ve bu noktada var olan ya da var olacak herhangi bir ikili diyalogun bu ‘dönüşüm’le herhangi bir bağlantısının olmadığını çarpıcı bir şekilde verir bizlere. İşte bu bakımdan denilebilir ki; Laurence Anyways, kendi öz kimliğine kavuşmaya çalışan bir bireyin verdiği mücadelenin, o dönüşümü yaşayan bireyin hayatında önemli bir yer kaplayan insan/ insanlarla arasındaki ilişki üzerinde herhangi bir yapıcılık veya yıkıcılığa sahip olmaması açısından iyi bir örnek teşkil eder.

      Gelelim kayıp ve bulmacalarla dolu üçüncü hikayeye; Tom Çiftlikte. Keder, acı ve hissizlikle büğüm büğüm olmuş bir dış ses ile başlar film. Tom, sevgilisi Guillame’yi bir kaza sonucu kaybetmiştir. Cenazesi için erkek arkadaşının ailesinin yaşadığı çiftliğe gelmesiyle birlikte bulmacalar verilir elimize yönetmen tarafından. Başta, daha önce herhangi bir tanışıklıkları olmayan; cenaze sebebiyle sevgilisinin ailesiyle ilk kez tanışan Tom’un gözünden anne ve ağabey karakterlerinin inine girmeye çalışırız. Guillame ile Tom’un bir ilişkisi olduğunu; yani çocuğunun eşcinsel birey olduğunu anne Agatha bilmez. Agatha, evladını kaybetmiş çoğu anne gibi acılı ve hislerinden alıkoyulmuş bir formla; neredeyse akli dengesini yitirme eşiğine gelmiş bir karakter olarak sunulur izleyiciye. Bu noktada araya girmem gerekirse; filmde süregelen diyaloglardan ve ağabey Francis’in Tom’a karşı uyguladığı psikolojik ve fiziksel şiddetten dolayı  anlarız ki ailenin homoseksüelliğe olan bakış açısı yüzyıllardır kendisini var eden* ataerkil ve heteronormatif düzenin tam olarak istediği şekildedir. İşte tam da bu sebeple, Tom’a ağabey Francis tarafından kendisi gibi olmaması ve Guillame ile olan ilişkisinden bahsetmemesi için müthiş bir baskı uygulanır. Bu baskılar öyle bir seviyeye gelir ki; mazoşizmin en doruk noktaya ulaştığı sahnelere şahit oluruz Tom ile arasında geçen sahnelerde. Buradaki elzem nokta, homoseksüelliğin kabul edilmeyişi ve inkar edilişidir. Hatta Francis, annesini, Guillame’nin geçmişte kadınlarla ilişkisinin olduğu; Sarah adında bir iş arkadaşıyla görüştüğü uydurmacası ile kandırır. Nihai amacı, kaybettiği kardeşinin eşcinsel olduğunun ortaya çıkmamasıdır. Bu onun için müthiş bir hayal kırıklığı ve daha da ileri gideyim; annenin ölümü demek olur. Peki, Xavier’in canlandırdığı Tom karakteri nasıl bir duruş sergiler? Bir yanı, sevdiği insanın cenazesi için geldiği bu çiftlikte bir iki gün geçirip kendi yaşadığı yere dönecek olmanın verdiği sabır ile herhangi bir fırtına koparmamak isterken; diğer yanı ise bu baskı ve itelemeleri bertaraf etmek istercesine anneye oğlunun erkek arkadaşı olduğunu ve açıkça tüm hislerini anlatmayı, yani ölen erkek arkadaşının ve kendi kimliğine, benliğine olan saygısına zarar getirmemek ister. 

Zaten, yeterince ölüm kokan bir evde; kendisini hiçe sayarak bir ölümü daha tetiklemek istemez içinde. Tom’un kendisine olan bu saygı duruşu ne yazık ki evdeki ağabey yüzünden baltalanır; lime lime edilir ve Tom’un kendi evrenine karşı içinde büyüttüğü değerleri ve iç siperi zarar görür. Lakin, bu karakterin zayıflığı veya pes edişi olarak algılanmamalıdır. Son ana kadar görürüz ki Tom müthiş bir direnç gösterir bu pervasızlığa karşı. Sığda kalmış insanlarla bir aradayken kendi okyanusunu muhafaza etmeye çalışmak ister çünkü. Sığlık demişken…  Sığda kalan insan ne yapar? Başta kendisi için, sonra da etrafındaki insanlarla kurduğu ilişkiler adına ‘yıkıcı’ rolünü üstlenir. İşte bu sığlık ve o sığlıktan doğan yıkıcılık, ağabey Francis’te yüksek dozda bulunuyor denebilir. Tom’un yaşadığı pervasızlığın ana rahmi de budur. Filmde Francis’in konumlandırmasına da şöyle bir parmak basmak gerekir. Öyledir ki filmde yer yer erkek kardeşinin sevgilisi Tom’a uyguladığı şiddettin yanında onunla yakınlaşmaya çalıştığı sahnelere de şahit oluruz. Bu bir gizli eşcinsellik olabilir mi? Uyguladığı ağır psikolojik şiddetin ve kendi ölen erkek kardeşinin erkeklerle olan ilişkilerini kabullenemeyişinin bir uzantısı da bu denebilir mi? Bu uzantıdan kaynaklanan marjinal kimlikleri kabul etmemek denebilir mi? Kim bilir, belki de… Kesin yargılar elde edebilmek için büyük lokmalar yutmaya gerek yok. Ancak şu kesindir ki, Francis’in öfkeli ve tanımlanması zor davranışlarının altında bariz bir ‘benlik çekişmesi’ yatmaktadır. Kendisine, cinselliğine ve kimliğine tanım getirememesinden kaynaklı bir benlik çekişmesi.. Seyirci olarak görürüz ki Tom’un kimliğine olan saldırı karşısındaki –yer yer sevgilisi ile özdeşleşmiş olmasından ötürü sessiz kalıyormuş gibi gözükse de–  duruşu yönetmen Dolan’ın toplumda kutsallaştırılmış cinsiyet rollerine karşı gelişini bizlere net bir şekilde sunar. Film, kaybettiği insanın ailesinin oğlunu ve kendisini kabullenemeyişi ile sona ermez. Filmin son sahnesinde Tom, müthiş bir dirençle kasabadan ayrılır. Burada terk ettiği sadece gittiği o kasaba değildir. Kasabalı bir anne ve çocuğun; sevmenin, birlikte olmanın, ortak bir yolu beraber paylaşmanın karşısında gösterdikleri baskı ve şiddeti kabul etmeyerek; sevgi ile cinsiyetin yan yana durduğu bütün köprüleri yıkarak yola koyulur. Son sahnede ekranın alttan ve üstten olmak üzere daralıp karardığını görürüz. Bu üç nokta adı verilen tekniğin ne anlama geldiğini, Fırat Yücel’in “Hareketli Kavramlar” yazısında okuyup oldukça etkilenmiştim. Ekranın daralarak karalması yöntemi olarak bilinen üç nokta tekniği; izleyiciye şunu verir… “Bu hikaye, bu yaşananlar burada bitmemiştir. Devamı siz görmeseniz, duymasanız da var olacaktır.” Dolan, bilerek veya bilmeyerek bu tekniği kullanarak bu çiftlikteki başkaldırısının geçici bir zaman diliminde değil; ebedi olduğunu da izleyiciye vermiştir.   

Varlığını yadırgamadığımız; hatta yeniden yeniden tanımlayıp içimize kadar girmesine izin verdiğimiz toplumsal cinsiyet, koca bir okyanusun söz konusu olduğu bir evrende kıyıda yüzmemize ve o kıyıda kendisini var eden hegemonyanın kurbanları olarak kalmamıza neden olur. İşte tam da bu sebepledir ki gerek edebiyatta, gerek müzikte, gerekse sinemada bu yok edici kaderin pistonunu aşağı doğru çekmeye çalışan tüm emekçiler çok ama çok kıymetlidir. Çünkü, bu meseleye kafayı takmış ve uğrunda ter dökmüş çoğu kimlik, tıpkı Xavier Dolan’ın Laurence Anyways filminde sözünü ettiği gibi sadece marjinal olanların değil; kendisini  -her ne kadar bu kelimeyi kullanmayı sevmesem de- ‘normal’ olarak görenlerin de sesi olmak için yola koyulur. Budur çünkü kıyıda kalmayı reddedip okyanusa açılmak. Bunu mümkün kılmaya çalışırken bize kılavuz olan beyazperde ve beyazperdede, var olan tüm normları bir kenara atarak mücadeleci rolünü üstlenenlerin dokunuşu büyük yardımcı olur. Xavier Dolan, yazıp yönettiği filmleri I Killed My Mother, Laurence Anyways ve Tom at the Farm ile birlikte cinsiyet normlarını alt üst etmesi açısından önemli bir örnek oluşturur. Dolan ve Dolan gibi örneklerin bize ve gelecek nesillere miras bıraktığı bu başkaldırı, ancak yaşamımızın her alanına sindiği takdirde başarıya ulaşacak ve işte o zaman yalnızca bir grubun değil herkesin hakkını ve sesini koruyan yeni bir “devrim”i beraberinde getirecektir.   

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks