Deneme

DÖNÜŞSÜZ YOLLAR KORKUTUR BENİ

By

“Ne kadar kaçmak ve uzaklaşmak arzusu ile dolu isem, o kadar da bağlanmak, kalmak, bağdaş kurup oturmak istiyorum…”  Sait Faik Abasıyanık

Gitmenin hayalini kuruyor ve bunu dilinden düşürmüyordun ama bir türlü bavulunu hazırlamaya da cesaret edememiştin. Aidiyet denilen duygu, her gün onu suçladığın bir pranga mı yoksa seni merhametle sarıp sarmalayan bir çift kol muydu? Hiçbir yere ait olmamak insanı özgürleştirir, gelenek ve eski olanla kurulan bağımlılık ilişkisinden kurtarır demiştin keyifli bir sohbetin ortasında kendinden oldukça emin bir şekilde. 21.yüzyılda vebadan farksız görülen aidiyet hissi, sen onu fark bile edemeden, suyun bir dere yatağından kesintisiz akışı kadar doğal bir şekilde içine doluştu. Güneş burada daha farklı batıyor dediğin yere, odanın içindeki şikâyet ettiğin rutubet kokusuna ait oldun. Çayı tek şekerli içer, şu pastaneden başka yerde börek yemezdin. Zararsız görünen gündelik alışkanlıklar ve pratiklerinin seni olduğun yere hapsettiğini nasıl oldu da yıllarca göremedin? Kimliğini olduğun yerden ayrı ve bağımsız algılayamadığında, üzerinde yaşayan, hiç tanışmayacağın ama benzer mücadeleleri verdiğin insanlara kendini ait hissettin. Biricik benliğin için bir tehlike ve müdahale olarak algıladığın baskın değer ve yargılar; varlığını reddettiğin benden öte bir biz vardı ve burada kalman için yakana yapıştı; ne kadar nefret etsen de buradan başka yerde yaşayamaz, buradan başka yerde kök salamazsın düşüncesini aklından silemedin. Değerlerimiz, düzenimiz, köklerimiz dediklerinde öfkeyle bir adım daha geriye attın kendini. Ait olduğunu söylediğin yer sıcacık bir ana kucağı şefkatiyle sana kollarını açtı, hem de seni yaktı. Oldukça klişe bir şekilde önceki nesille çatışırken kendi odanda bile yalnız değildin, gün boyu seni izleyen gözlerden özel alanında da kaçamadın. Aynaya baktığında sana uzanmış binlerce el görüyordun, hepsi de sana bir şekil vermek için sabırsızlanıyordu. Kendi düşüncelerimin seslerini duyamıyorum, sizinkiler benimkini yutuyor diye söyleniyordun kendi kendine bu şehrin sokaklarında dolanırken. Ne kadar kabuk değiştirmek ve kendi tanımladığın anlamıyla bir birey olmak için yanıp tutuşsan da, şu anda olduğun kişiye de ait oldun. İstanbul’da çocuklarıyla yaşadığı halde mezarının göç ettiği küçük köyünde olmasını istemişti anneannen vasiyet olarak. Nasıl olmuştu da artık neredeyse kimsesinin kalmadığı o izbe yerin özlemini çekiyordu 82 yaşında? Saldığı kökler nedeniyle olduğu yere saplanıp kalan insanlarla alay ediyordun. İşe bak, sabit kaldıkça senin de köklerin uzadı; içten içe olduğun yere kök salma ihtiyacı duydun ama itiraf etmesi de bir o kadar zordu. Gidemeyişine aidiyet ismini verdin; hem suçladın onu hem de sığındığın bu sıcak kucaklamaya.

“Bir şehir sadece yollardan, binalardan ve insanlardan ibaret değildir ya da bir ev sadece dört duvar değildir.” – Lorna Fox O’Mahony

İçinde çocukluk siluetinin koşuşturduğu evin, yalnızca bir beton yığınını değildi. Kendini sıkışmış hissettiğin şu odada kim bilir kaç kez huzur buldun ya da kendini sığdıramadın. Sahi, kapısını çarpıp çıktığın bu eve kaç kere koşarak geri dönmüştün? Kaç ev değiştirirsen değiştir, aynı kokuyu bir türlü bulamadın. “Hatıraların da kokusu mu olurmuş Allah aşkına?” diye alaya almıştı seni arkadaşın; hatıraların kokuyordu evin oysa. Geçmiş deneyimler ve yaşanmışlıklarla olan bağındı o ev, sen de kim olduğunu mekânın içindeki tecrübeler ve anlamlar üzerinden var etmiştin. Evden kopmak, orada var ettiğin benliğinin de bir parçasını kaybedeceğin anlamına mı geliyordu? Varoluşunun zarar görmesinden korktun. Sen de günün sonunda hadi artık eve gidelim diye mızmızlanan küçük bir çocuk gibi, ev özleminin yarattığı huzursuzlukla dolandın durdun. Hayatın geçtiği gündelik ve oldukça sıradan mekânlar kişiliğe ve anılara dönüşür dediklerinde bu söylemi fazla romantik ve arabesk bulmuştun ama zamanla o yerlerde kendine ait izler buldun; kendiliğini ve varlığını onların varlığı üzerinden pekiştirdin. Lisedeyken ilk defa okuldan kaçtığında arkadaşlarınla işte şu köşede oturmuştun. Bu sokağa gözün kapalı girsen aşinası olduğun ses ve kokulardan bile burayı ayırt edebilirdin. Sen mi o yerin bir parçasıydın yoksa o yer mi senin bir parçandı, ayırmak bir noktadan sonra oldukça zorlaşmıştı ama cevabın pek de bir önemi yoktu sanırım. Kendimi burayla tanımlıyorum dediğin an o yerden kopmak ya da kopmak zorunda bırakılmak artık ıstıraplı bir yolculuk. Orada var ettiğin ‘sen’, orada beslenip büyümek istedi. Yine de ait olduğun mekân, yalnızca kim olduğunu tanımlamakla kalmamış; aynı zamanda uyum sağladığın dünyanın küçük bir resmini de sana sunmuştu. Bu sınırlar içinde, onu sorgulamadığın takdirde, evde olmanın rahatlığı ve sana sağladığı güven hissinin keyfini sürdün, burası senin korunaklı alanındı. Bu konfor alanına alıştıkça bağlandın, sen bağlandıkça köklerini besleyen alışkanlıkların daha da güçlendi. Ne demişti baban, bütün ailenin toplandığı şu meşhur büyük sofraların birinde? Tanıdık kötü alışılmadık iyiden yeğdir… Bilinmeyenin, yabancının ve belirsiz olanın kötü, tanıdık olan iyi olduğu tembihlenmişti sık sık. Halbuki sen, ne olduğunun cevabına sahip olmakla yetinmektense ne olacağını görmeyi istiyordun. Bu dünyanın içinde iyi ve kötünün tanımı oldukça açıktı; normal olan ve olmayanın sınırları da çoktan çizilmişti. Bu dünyada gideceğin yolu biliyordun, hangi yöne gidersen git karşına ne çıkacağı belliydi. Sürprize yer yoktu ama güvenilirdi, buranın sakiniydin. Normal ve bilindik olanın tehlikeli cazibesi seni sıkı sıkı ayaklarından tutuyordu. Kendine ait olduğunu düşündüğün kafanın içindeki imge ve resimler, konfor sunan ve güvenli sığınağım dediğin dünyanın sana gösterdiklerinden ibaretti, kabullenmenin zor olduğu bir diğer şey de buydu. Tüm o basmakalıp inanışlar, genellemeler ve temsiller üzerinden oluşan derini yırtıp içinden yeni bir ben doğurmak istiyordun ama bu konforun ne kadarını feda edebilirdin? Ve kaçıncı eşikten sonraydı, yağmurlu mu yoksa güneşli bir gün müydü, bilinene tutunduğun dünyanı başına yıkma kararını almıştın. Daha önce üzerine düşünme gereği bile duymayacak kadar hayatının içinde olan manzaralara, onlara veda eden bir insanın gözüyle bakıyordun artık. Evinin odalarıyla sırayla vedalaştın; anılarını kusan duvarları teselli ettin. Her gün geçtiğin köşeler, bir gün yalnızca hafızanda yer etmiş birer anıya dönüşecekti. Bir yabancı ya da bir turist gibi mi dolanırdın tekrar buralarda? Ne olursa olsun, şimdi orası, bir zamanlar geride bıraktığın yerdi.

Göç yolları/ Göründü bize/ Görünür elbet /Göç yolları /Bir gün gelir /Döner tersine/Dönülür elbet-Murathan Mungan

Hayal meyal anımsadığın bir çocukluk hatırasına gitti aklın uykuyla uyanıklık arasında geçirdiğin gidiş yolunda. Bir hikâyeyi anlatan fotoğraflar… Kuzenin, her yaz onlara gittiğinde doğum günlerinde çekildiği aile fotoğraflarını heyecanla sana gösterirdi. Değişen her fotoğrafla birlikte küçük ev yapımı bir pastanın üzerindeki mumlar artıyor, kameraya gülümseyen kuzenin birkaç santim daha boy atıyordu. “Bak!” demişti bir keresinde küçücük işaretparmağını fotoğraftaki kırmızı, parlak bir hediye paketine doğrultarak, “Bunu bana babam yolladı!” Almanya’daki dayın fotoğraf karelerinde hiç görünmezdi ama yolladığı hediye paketi sehpanın tam ortasında, pastanın yanında dururdu. ‘Fotoğraf yokluğu tanımlar’ der John Berger. Onun fotoğrafları da bir yokluğu tanımlıyordu. Dayının orada kalan aile üyelerine yolladığı fotoğraftaki oturma odasında asılı duran aile portresi hem kalanı hem de gideni yerlerinden ediyor; aileyi bir arada, tamamlanmış olarak tutma çabasını temsil ediyordu. Aile, altı yıllık bir ayrılıktan sonra Kreuzberg’te tekrar bir araya gelmişti ve artık Türkiye’ye yollanan fotoğraflarda yokluk ‘memleket’ üzerinden tanımlanır olmuştu. Gidenlerin, gittikleri yerlerde kendi ritüellerini sürdürme çabalarına hep şaşırmıştın. Tüm o ritüeller, görsel pratikler üzerinden gerçekleştiriliyor; özlemi duyulan yerellik yeniden yaratılıyordu. Video kasetlerinin yaygınlaşmaya başladığı yıllara denk geliyordu büyük kuzenin evlenmesi. Düğün Almanya’da yapılacağı için hoşnutsuzlukla homurdanıp duran uzak akrabalara onları biraz olsun yatıştıracak müjdeyi dayın telefonla vermişti: “Buradaki Türk fotoğraf stüdyoları düğünün video kaydını da içeren bir hizmet sunmaya başlamış, birkaç tanıdığa haber saldık, halledeceğiz en kısa sürede”  demişti ama  “yine de bize çok pahalıya patlayacak” diye eklemeyi de ihmal etmemişti homurtuların önünü alabilmek için. O konuşmadan ve peş peşe yapılan ‘büyük oğlanın düğününü izleyeceğiz’ temalı kısa telefon görüşmelerinden yaklaşık dört ay sonra aile üyeleri -ki aralarında tanımadığın pek çok yüz de vardı- video kaseti oynatıcısı olan tek akrabanın salonunda toplaşmıştı. Hiç istemediğin halde zorla getirildiğin bu evde, salon kapısının eşiğine oturmuş bu kadar küçük bir odaya nasıl on altı kişinin sığabildiğini düşünüyordun. Kaset takılıp da kayıt başladığında düğün salonunu bütün ayrıntılarıyla çeken kameraman sayesinde izleyiciler, kısa sürede kendini düğün salonunun içinde buluvermişti. Masalardaki limonata ve kuru pastaları gördüğünde, Türkiye’deki düğünlerden daha farklı bir şey beklediğin için hayal kırıklığı yaşamıştın ama orası ne alışıldık bir Türk yeri, ne de tipik bir Alman mekânıydı. Kamera yeni konumuna yerleşene ve düğün salonundaki tüm köşeleri kaydedene kadar yüzük, gelin ve damadın elinde bekletiliyordu. Televizyon karşısındaki akrabalar, bir tiyatro oyununu sergiler gibi, müzik başlayınca düğün salonundaki misafirlerle birlikte dans ediyor, müzik bitince de yerine oturuyordu. İzleyiciler, gecikmeli de olsa, düğün salonundaymış gibi videoda izledikleri misafirler hakkında dedikodu yaparken, gelen hediyeleri eleştirip onlara bir kulp takıyordu. Çocuk halinle bu oyuna eşlik ettin; eşlik etmeye devam ettikçe herkes için bu oyun daha da inandırıcı oldu. Yalnızca birkaç kez durdurulan altı saatlik bu kayıt, orada yaşanan ayini zamanın ve mekânın ötesine taşımak için bir araçtı. Kulağında yankılanan el çırpma sesleri ve üst üste binen kahkahalar bulanıklaştı; kalabalığı kucaklayan küçücük salonun yerini şimdi boş bir evin görüntüsü almıştı. Ne kadar da şaşırtmıştı seni ve nasıl da anlam verememiştin Almanya’da yaşayan dayınların aslında orada hiç yaşamayacakları halde köylerine ev yaptırmasına. “Bizim evimiz orası” demişti dayın. “Bir gün yine oraya döneceğiz…” Her yaz gelip evin içini döşeyip tadilat yapıyor, boyasını sürekli değiştiriyordu. Bir rutin haline gelen memlekete gidiş-gelişler, tekrar geri dönme hayaliyle ayrıldığı yere asıl dönüşün bir provasıydı onun için. Şimdi şimdi anlıyorsun o boş evin onlar için nasıl bir anlam kazandığını. Aklını burada bırakıp göçenler için o ev, ailenin bir gün bir araya gelip orada buluşacağı, eski ve gelecek kuşakların ruhlarının besleneceği mistik içerikli asıl mekândı. Bu asıl mekânda bir araya gelecekleri ve hayal edilmiş evlerine kavuşacakları anın özlemini yaşıyorlardı. Ev sadece maddesel bir yapı değil; bir his, bir duygu ve hayal edilmiş bir yuvaydı.

Senin içinse ev, o tanıdık duvarlarını yıkarak özgürleşeceğin bir mekânı temsil ediyordu. Kendi ellerinle yıktın evinin duvarlarını. Bu firari ev hayatıyla yetinebileceğini sanmıştın. Öyleyse neden karanlık bir odanın içinde kaybettiğini düşündüğün evinin yasını tutuyorsun? Artık her yerde yaşayabilirsin ama hiçbir yerde evinde hissedemiyorsun. Toprağı çıplak ellerinle kazıyarak kendi köklerini tutup sökmek istemiştin, şimdi oturmuş tırnaklarının içindeki toprak parçalarında eski hatıralarını arıyorsun. Keşfedilecek yüzlerce insan, binlerce sokak vardı. Yine de esprisine gülüp şarkılarına eşlik ettiğin dili, yürümeyi sevdiğin sokakları kendinle beraber taşımayı arzuluyorsun. Tanıdığın manzara ve kokular adım atmanı engelleyen bir düşman gibi seni değişimin kendisinden alıkoyuyordu; adım adım tükettiğin bu yollarda kendi köşeciklerini aramaktan kendini alıkoyamıyorsun. Geride bıraktıklarına bir bak, seni boğan yine senin insanlarındı. Seni sıkıştıran o coğrafyayı kendinden sıyırıp atmak istemiştin ve kendinden başka herkes olmana izin veren boğucu politik bir ortamda yaşamak pek de yaşamaya benzemiyordu. Tek başına kaldığında kilometrelerce ötedeki bu yeni mekânda karamsar haber bültenlerine bakarken buluyorsun şimdi kendini. Belki de bu kavga bağımlılık yaptı sende. Bu cehennem, bu cennet bizim… Nereye gidersen git yolun yine kendine çıktı. Ne doğru düzgün kalmayı ne de gitmeyi becerebildin; gittiğin yerde yine onu aradın. İçinde kalan bütün kırıklıkları evde buldun; yüzleşmek ve barışıp kucaklaşmak için belki de hiç gelmeyecek o günü bekliyorsun. Gitse bile aklı hep “orada” kalanlar, nereye giderse gitsin içinde evinin hüznünü gezdirenler gibi Kavafis’in dizelerini taşıyorsun yüreğinde:

‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’, dedin

Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.

Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;

-bir ceset gibi- gömülü kalbim.

Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?

(…)Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

Aynı mahallede kocayacaksın;

Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Kaynakça:

Ahmed, S. (1999). Home and Away: Narratives of Migration and Estrangement. International Journal of Cultural Studies(2), 329-347.

Elke U. Weber, M. W. (2010). Culture and Judgment and Decision Making: The Constructivist Turn. Perspectives on Psychological Science(4), 410-419.

Evren, I. (2018, Mart 2). Mekana Göçmen Bakışı. manifold: https://manifold.press/mekana-gocmen-bakisi adresinden alındı

Kavafis, K. (2010). Kent. Bu Kenttir Gidip Gideceğin Yer (A.-B. Pirhasan, Çev., s. 39-40). içinde İstanbul, Türkiye: Can Yayınları.

Uysal, A. (2015). The Relationship Between Space and Belonging of Turkish Migrants in London. İstanbul Üniversitesi Coğrafya Dergisi(30), 61-78.

Lippmann, W. (1922). Stereotypes. Public Opinion (s. 53-69). içinde New York, USA: The Macmillan Company.

May, V. (2011, June). Self, Belonging and Social Change. Sociology(45), 363-378.

Wolbert, B. (2007). Almanya’ya Göç: Düğün Video Filmleri, Aile Fotoğrafları ve Sanal Yakınlıklar. B. Ş. Ayhan Kaya içinde, Kökler ve Yollar: Türkiye’de Göç Süreçleri (s. 265-285). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Yalçın, M. G. (2017). Ait Olma İhtiyacı, Yurt, Aile ve Etnik Grup. Göç Psikolojisi: Göçmen Gerçeğini Anlamlandırmaya Dönük Bir Sosyal Psikoloji Derlemesi (s. 58-70). içinde Ankara, Türkiye: Pharmakon Yayınevi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks