Öykü

WOLFGANG’LA BİR YOLCULUK

By

                                      

Annemin ‘Adler’ marka bisikleti tamir ettirilip bana verilmişti. Kartal anlamına gelen bu marka beni etkilemiş, bisikletimi uçar gibi hızlı sürerken bir yandan da kartal gibi keskin gözlerle etrafımı incelmeye başlamıştım. Kısaca lise bire geçtiğim o yaz kendimi, bisikletin tepesine tünemiş bir kartal sanıyordum. Sınırım çizilmişti. Sokağın bir ucundan başlayarak tarlaların arasındaki patikadan geçip gene eve gelecek, hep aynı yolda özgürce(!) dolaşacaktım.

Atlıkarıncaya binmiş gibi dönüp durmaktan hiç sıkılmıyordum. Böylece yaz tatilimin yarısı geçip gitti. Ancak günlerden bir gün bu döngü değişiverdi. Patikanın kenarında, otların arasında bir kitap ilişti kartal gözlerime. Birisi bu kitabı benim için oraya bırakmış gibi geldi bana. Hemen koşup aldım. Biraz nemli olmasının dışında daha yepyeniydi. İlk birkaç sayfayı hemen oracıkta yere çöküp bir solukta okudum. Sonra bisiklete atladığım gibi hızla eve gelip yatağa uzandım ve kitap bitene kadar bir daha odamdan çıkmadım. Annem yemeğe çağırdı gitmedim. Kitabı elimde görünce “Haklısın!” dedi. “Bazı kitaplar böyledir işte, acıksan bile elinden bırakamazsın. Dur sana bir sandviç yapıp getireyim. Ayran da ister misin?”

“Evet” dedim.

İlk tanışmamız böyle oldu Wolfgang’la. O kadar gençken onu tanımak, katlanmak zorunda kaldığı hayata cesaretle karşı çıkışını öğrenmek beni değiştirdi. Sandviçten ısırdığım her lokmayı, ayrandan içtiğim her yudumu zorla yuttum. Kitap bittiğinde bisikletin tepesinde gezen uçarı kız değildim ben artık. Kişiliğim o kitapla yeniden yoğruldu.

Kitabın adı ‘Bu Salı’ ydı, yazarı Wolfgang Borchert (1921-1947). Daha lise yıllarında Nazilerle anlaşamadığı için eğitimine ara verip bir kitapçının yanında çalışarak kazandığı parayla oyunculuk eğitimi almaya başlamış bir genç.

İlk eseri ‘Kaçık Yorik’ isimli tragedya bu yılların ürünüydü.  İkinci Dünya Savaşı sırasında zorunlu olarak askere alınan çocuklardan sadece biriydi o. Savaş ve Hitler karşıtı mektuplar yazdığı için vatan haini ilan edilerek askeri mahkemede yargılanıp ölüm cezasına çarptırılmıştı. Daha yirmi yaşındayken altı ay boyunca bir hücreye kapatılmıştı. Sonrası, nedendir bilinmez, hayatı bağışlanmıştı. Sürekli yazmıştı; kısa öyküler, şiirler, sahne eserleri. Yazdığı oyunlarda kendisi de oynamıştı. Eserleri Nazi karşıtı hareketin öncüsü olmuş ve özellikle gençleri bilinçlendirmişti. Savaşın bittiğini görmüş, ancak iki yıl kadar dirense de, savaşta aldığı ağır yaralar ve kötü koşullar altında geçirdiği uzun süre nedeniyle tedavi için gönderildiği Basel’de, daha yirmi altı yaşını bitiremeden ömrü bitmişti.

***

Bunları yazarken boğazımda bir hıçkırık düğümleniyor, gözlerim doluyor gene. Bunca yıl sonra bile ve ‘Adler’ marka bisikletimle tarlaların arasında (özgürce!) dönüp durduğum o patikayı hâlâ minnetle anıyorum. Bu dışavurumcu yazarın anlattıkları kayıp bir genç kuşağın çığlıkları gibidir. Yıkıntı Edebiyatı (Trümmerliteratur) Alman edebiyatının savaş sonrası yansımalarını anlatır. Wolfgang Borchert, Bertold Brecht, Max Frisch, Heinrich Böll gibi yazarlar bu dönemin en tanınmış temsilcileridir. Wolfgang Borchert insanın içindeki acıma duygusunu tir tir titreten, beynimizin derinlerine yuvalanıp, bir daha unutamadığımız bir yazardır. Onun yazdıklarını okuyanlar, fikirlerin ne denli tehlikeli olabileceğini ve bu uğurda ödenmesi gereken bedelin ne denli büyük olduğunu anlayabilir.

***

Mutfak Saati

‘’….Yıkıntılar arasında dolaşmaya alışkın ihtiyar suratlı genç bir adam elinde tuttuğu beyaz, porselen, bir tabak biçimindeki saati parkta oturanlara göstererek “Bu bizim mutfak saatimizdi” dedi. “Evet biliyorum, sağlam görünse de artık çalışmıyor ama üzerindeki masmavi sayılar hâlâ çok canlı bence.” Kimse ona dönüp bakmadı, aldırmadı, sadece bir adam “Belli ki siz de her şeyini kaybedenlerdensiniz” diyerek bakışlarını yeniden ayaklarına çevirdi.

“Olsun, ama bakın saat tam iki buçukta durmuş, bu çok anlamlı.”

“O zaman eviniz tam o saatte bombalanmış. Bomba düşünce bütün saatler durur, basınçtan.”

“Hayır, hayır ondan değil” diye karşı çıktı ihtiyar suratlı genç adam ve parkta oturanlara duyuracak biçimde heyecanla anlatmaya başladı. Her gece tam iki buçukta işten eve geldiğini, annesinin hemen uyandığını, çıplak ayakları ve sırtına aldığı bir şalla mutfakta ona yemek hazırladığını, şimdi o günleri düşündüğünde cennette olduğuna inandığını söylerken elindeki saati havaya kaldırarak parkta oturan herkese gösteriyordu. “Her şey gitti, sadece bu kaldı!” diyerek bitirdi sözlerini.

Başladığı gibi birden sustu ama ‘Cennet’ sözcüğü parkın içinde yankılanmaya devam etti.’’

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks