Deneme

DOĞA: BİR TÜKETİM METASI

By

Dünya tükeniyor ve onu kurtarabilecek tek gerçeklik bizleriz. Toprak başlangıcın ve sonun yeri.

Dünya yok olmaya sürüklenirken insanlığın rolü neydi? İnsan bulunduğu habitatı nasıl şekillendirmişti? Başlangıçta toprağa saygı ile yaklaşan bir toplumken, ne oldu da gücün ve ihtirasın peşinde elimizdeki en önemli değeri unuttuk? Sözlü kültürlerde en önemli nokta toprak-insan ilişkisiydi. Bu ilişki o kadar güçlüydü ki anlatılar bile ona göre şekillenmişti.

İç Anadolu’da yaşayan insanların çoğundan doğumlarına dair şu tarz cümleler işitiriz: “Ekinler sararmıştı, hasat dönemi gelmişti, başaklar biçilmişti…” Peki, hangimiz bu hikâyelerin yaşandığı mevsimi açıkça anlayabiliyoruz? Hangimiz ekinlerin ne zaman sarardığından haberdarız? Kışın yediğimiz elmanın yaz meyvesi olduğunu hangimiz biliyoruz? Bilmiyoruz! Duyduklarımızla öğreniyor geçmişini anlatan insanları anlayamıyoruz.

Anlasak dahi seneler öncesinde anlatılan mevsimlerle bizimkiler uyuşmuyor. Çünkü Dünya değişiyor ve tarımın da mevsimleri değişiyor. Hikâyelerimiz artık doğaya ayak uydurduğumuz şekilde değil, hükmettiğimiz şekilde anlatılıyor. Biz aramızdaki dilin farklılığından çok, yaşadığımız değişimlerin geride kalanlarıyız.

Değişim zaman zaman pozitif anlamlar taşısa da her sonuç pozitif etkiler yaratmıyor. Aynı küresel ısınma gibi. Aşırı tüketim ve sanayileşme sonucunda oluşan iklim değişikliği -her ne kadar reddedenler olsa da- katı gerçekliğiyle önümüzde duruyor. Yeraltı su kaynaklarının giderek tükenmesi, yükselen deniz seviyeleri ve azalan tatlı su kaynakları doğanın artık bitkin düştüğünün bir habercisi.

Hiç bitmeyecek gibi tükettiğimiz bu kaynaklar sınırlı ve yenilenemeyen kaynaklardır. Dünya bize bu kaynakları sınırsız sunmamıştır. Sınırsızca hep bir elden tükettiğimiz doğaya kendini yenileyecek zaman tanımıyoruz. Zamanın iyileştirici etkisine ihtiyaç duyan doğa, hırslarımızla tükeniyor. Hızla çoraklaşan topraklar, nesli tükenen canlılar, doğanın bir derdi olduğunu anlatma biçimi. Oysa tüketim ne azaldı ne de bu artan santigrat derecelerine bir çözüm bulundu. Gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakabilmemiz için Paris İklim Anlaşması’nda belirlenen küresel ısınmanın iki derecenin altında tutulması ve hatta 1,5 derece ile sınırlandırılması kararı görmezden gelindi. (1) En acısı ise önceliğin büyük devletlerin ekonomik yarışlarına verilip doğanın kolaylıkla harcanmasıydı. Başlangıçların ve bereketin kaynağı toprak, adeta bir salgın hastalıkla karşı karşıya. İnsanlık durmadan tüketiyor ama doğanın kendini yenilemesine izin vermiyor. Şimdiyse artan tropik fırtınalara, hortumlara, çölleşen arazilere karşı çözüm bulma telaşına girdi. 

Tüm bu sebeplerden dolayı tüketim ve üretim alışkanlıklarımızda değişime gitmemiz zaruridir. Küresel ısınma sonucunda çölleşen verimli toprakları kurtaramıyoruz. Bu noktada topraksız tarım insanlığı ayakta tutabilecek bir çözüm sunuyor. Topraksız tarım seraları 90’lı yılların başında artan besin ihtiyacını karşılamak için deneysel çalışmaların alanı olarak kuruldu. Sonrasında artan popülasyon ve talep bu seraları seri üretime ve satışa itti.

İstanbul’ un en büyük topraksız tarım serasında çalışan Ziraat Mühendisi Sabit Güney bu konuyla ilgili bizlere bazı önemli noktaları şöyle aktarıyor: “Geleneksel tarımda 1 dönüm arazide 12 ton domates elde edilirken topraksız tarım seralarında 1 dönümden ortalama 40-45 ton domates üretebiliyorsunuz ve sizin üretiminiz yıl içerisinde yayılıyor. Yani bir yıl boyunca sürekli bir üretim söz konusu. Süreklilik içerdiği için hiç durmuyor ve üretim maliyetlerimiz geleneksel tarıma göre daha düşük.”

Yani aslında topraksız tarım seralarının kuruluş amacı pek de ekolojik değil. Öte yandan artıları azımsanmayacak kadar fazla. Peyzaj mimarı Gamze Güçlü bu konuda bizlere şu bilgileri sunuyor: “Bir ürünün, uygulamanın veya ortamın ekolojik oluşu o ortamın yenilenebilir ve sürekli oluşu ile ilgilidir. Tarım seraları girdi olarak kullandığı ürünleri sorunsuz bir şekilde çıktı olarak doğaya sunabilir. Dolayısıyla olabildiğince ekolojik ve minimum zararlıdır. “

Peki, neden geleneksel tarım yöntemleri son derece gelişmişken topraksız tarıma yöneldik? Cevabı çok basit. Çünkü geleneksel tarım yapabileceğimiz verimli topraklarımız küresel ısınma ve tükenmenin sonucunda kuraklaşarak azaldı. Bunun yanı sıra her ne kadar modern yöntemler kullanılıyor olsa da geleneksel tarım oldukça meşakkatli ve maliyetli. Elbette elde edilen ürünlerin tadına doyamıyoruz. Organik ve geleneksel tarımla elde edilen ürünlerin kokusu bile bizi alıp, yetiştiği topraklara geri götürmeye yetiyor.

Burada aklımıza bir soru daha geliyor. Topraksız tarım aracılığıyla ürettiğimiz ürünler geleneksel tarımın sonucunda elde edilenler ile aynı tada sahip mi?  Sonuçta bizler tükettiğimiz ürünlerin yalnızca içerikleriyle, besin değerleriyle ilgilenmiyoruz. Yediğimiz meyvenin veya sebzenin tadı, kokusu hatta rengi bile bizi tercih yapma konusunda oldukça yönlendiriyor.

“Elbette elde edilen besinler tarladakilerin yerini tutmuyor bana göre. Nasıl ki Türk kahvesini kısık ateşte pişirip içtiğimizde aldığımız lezzet ile alelacele pişen kahveden aldığımız lezzet bir olmuyorsa, nasıl ki hızlı pişen kahve diğerinden daha acı oluyorsa elbette seradaki çilekler de tarladakilerden daha acı oluyor.” diyor ve ekliyor Gamze Güçlü: “Artık tatlı çilek yiyecek lüksümüz yok.”

Elimizdeki imkânları zaman geçtikçe lüks kategorisinde tanımlar olduk. Elbette sorumlusu bizleriz. Dur diyemediğimiz onlarca küresel sorundan; tahrip ettiğimiz ve geri dönüşümü mümkün olmayan topraktan, bitkiden, hayvandan bizler mesulüz. Ve ne yazıktır ki onlara sadece “Özür dileriz” demek, geri getirmek için yeterli olmayacak. Fakat geri getiremeyecek oluşumuz var olanı korumak için vereceğimiz mücadeleden vazgeçmemizi gerektirmez.Çünkü hızla tükenen bu gezegende şansı ancak insanın kendisi oluşturabilir. Başka çaremiz yok.

Bu konuyla ilgili Sabit Bey’in de söyleyecekleri var: “Her şeye sahip olan insan değil, ihtiyaçları az olan insan mutludur. Eğer doğayla dengeli bir şekilde yaşamak istiyorsak ihtiyaçlarımız azalacak. Tüketim toplumundan çıkıp üretim toplumuna geçmek zorundayız. Ya biz düşünce yapımızı, anlayışımızı ve ihtiyaçlarımızı değiştireceğiz ya da kendi ihtiyaç yapımıza göre üretim şekillerimizi değiştireceğiz.”

Maalesef topraksız tarım çölleşen toprakların iyileştirilmesine dair bir çözüm değil. Yalnızca insanların tüketim ihtiyaçlarına karşı bir alternatif. Burada asıl mühim olan alışkanlıklarımızın artık kökten bir değişime uğramasının gerekliliğidir. Eğer gereklilikleri yerine getirmezsek ne kendi ellerimizle kurduğumuz seralar ne de topraksız tarım bize bir çözüm olacak. Çözüm bellidir. Ya doğayla uyum içinde yaşamayı öğreneceğiz ya da topyekûn bir yok oluşa razı olacağız.

Kaynakça:

  1. Paris İklim Antlaşması – https://www.ikv.org.tr/ikv.asp?id=1157
  2. Permakültüre Giriş – Bill Mollison
  3. Tohum ve Gıdanın Üzerine Manifestolar – Vandana Shiva
  4.  Şehirdekiler için Sürdürülebilir Yaşama Rehberi- Scott Kellog & Stacy Pettigrew
  5.  Güney, Sabit. Röportaj
  6.  Güçlü, Gamze. Röportaj
"İnsanla temas eden her noktada var olan uyumsuzluğu kaleme alıyorum."

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks