Deneme

BİR DOSTLUĞUN ARDINDA KALAN

By

Vincent Van Gogh ve Paul Gauguin; birbirlerinin sanatına olan hayranlıkları, arkadaşlıklarına vermiş oldukları değer ve inişli çıkışlı hayatlarıyla sanat dünyasında adlarından sıklıkla söz ettirmişlerdir. Ressamların yaşam tarzları ve bakış açıları birbirlerinden oldukça  zıt olsa da ortak noktaları olan resim tutkusu sayesinde bir araya gelmişler ve bugün sanat kitaplarında dahi konu edinilen bir dostluk kurmuşlardır. Sanatçıların çekmiş oldukları ıstırapların, yoksullukların ve arkadaşlıkları süresince birbirlerine katmış olduklarının izleri resimlerine de yansır. Sanatlarını yansıtırken birbirlerinin resim tekniklerinden  etkilenen ressamlar, bir diğerinin öğretmeni olmuştur. Günümüze miras bıraktıkları tablolar bizleri büyüleyici bir yolculuğa çıkarırken hiç bulunmadığımız bir dönemi deneyimlememize de imkan kılar.

Van Gogh’la Gauguin’in dostluğu, Van Gogh’un ağabeyi Theo’nun Gauguin’i Van Gogh’un Arles’te bulunan sarı evine ziyarete göndermesiyle başlar. Arkadaşının gelişi karşısında olağanüstü bir heyecan duyan Van Gogh, Gauguin’in gelişi şerefine günümüzde oldukça meşhur olan vazoda sarı ayçiçekleri resmini yapar ve Gauguin’in odasına asar. Resimdeki ıstıraplı fakat yine de kontrol altındaki hareket Gauguin’i derinlemesine etkiler. İlk zamanlarda çok iyi anlaşan iki arkadaş arasında zaman içerisinde anlaşmazlıklar ortaya çıkar. Gauguin’in çabuk sinirlenen yapısı ve yalnız kalma isteği, Van Gogh’un ısrarcı kişiliği ile uyuşmaz ve aralarında görüş ayrılıkları başlar. Özellikle Gauguin’in kadınlara yönelik göstermiş olduğu başına buyruk ve umursamaz tavırları Van Gogh’un değer yargılarıyla örtüşmez. Van Gogh için kadın değerli ve saygı duyulması gereken bir varlıktır. İsa’nın annesi de kadındır ve sırf bu nedenden ötürü bile kadına önem verilmesi gerekir. Gauguin için ise kadının en önemli vazifesi yataktadır, aynı zamanda tablolar için modellik etmesi de kadının mühim görevlerindendir. Kadın yemek pişirmeli ve erkeğini onurlandırarak gururunu okşamalıdır. Her ressamın en az bir metresi olması görüşü içerisinde olan Gauguin’in düşünce yapısı Van Gogh’u oldukça rahatsız eder.  

Fikir ayrılıklarına düştükleri başka bir konu ise resmin nasıl çizilmesi gerektiğidir. Van Gogh’un plansız bir şekilde, kendi dağınıklığı içerisinde, renkli boyalar ve sert fırça darbeleriyle  çizdiği resimleri üzerine Gauguin; sanatçının intizamlı olmasını ve dağınıklık içerisinde çalışmaması gerektiğini savunur. Gauguin’e göre resim bir oturuşta bitmelidir, aksi takdirde yapılan tablonun hiç kıymeti yoktur. Van Gogh ise doğanın yansıttığı parlak renklerin birbirleri içerisine karışıp harmanlanmasından, hissettiği gibi resim yapmaktan ve yoğun duygularının getirdiği karmaşıklığın resme yansımasından zevk alır. Gauguin Van Gogh’a her defasında yetenekli olduğunu söylemiştir fakat planlı bir şekilde çalışılmazsa yetenek yeterli değildir.

Van Gogh’un en büyük hayali, sanatkârların sükunet ve arkadaşlık arzu ettikleri zaman bir araya gelerek gönüllerinden geldiğince resim yapabilecekleri bir kardeşlik kurmaktır. Bu gayesini Güney Kardeşliği olarak adlandıran Van Gogh, ressamların birbirleriyle dayanışma içerisinde, maksimum üretkenlik göstererek birbirinden güzel resimler yaratmasını hedefler. Gauguin’e göre bu başlı başına çılgınlık ve gerçeklikten çok öte bir düşüncedir. Van Gogh’un bu konu hakkında ısrarcı söylemlerinden iyice bunalan Gauguin yakın bir süre içerisinde, ziyarete geldiği arkadaşını terk edecektir.

Gauguin ve Van Gogh arasında hiç söz edilmeyen bir rekabet başlar. Gauguin, çok iyi resim çizdiğinin farkındadır fakat dostu Vincent da oldukça kabiliyetlidir. Bu kabiliyete Vincent’ın deli dolu tavırlarının ve hayalperestliğinin de etkisi olduğuna kendini inandırır. Delilerin hakikatten daha hakiki olan şeyleri yani dünyanın derinliklerini görebildiklerini bir yerlerde okuduğunu anımsayan Gauguin, ancak deliliği anlayabilirse sanatını daha da ileriye taşıyabileceğine inanır. Bu nedenden ötürü de Van Gogh’dan tablosunu çizmek için izin alır. Van Gogh’u elinde paleti ve ay çiçekleriyle resmeden Gauguin, tablosunu bitirdiğinde arkadaşına gösterir. Tablo Van Gogh’un delirmiş halidir. Gördüğü karşısında şoka uğrayan Van Gogh, dostunun kendisini bu şekilde görmesine oldukça içerlenir. Aralarındaki gerginlik günden güne artmaktadır, birbirlerine olan hayranlıkları artık sevgi ve nefret ilişkisine dönüşmüştür. Van Gogh  ortak arkadaşları olan Emile Bernard’a yazmış olduğu mektupta “Evet, bu kuşkusuz benim ama bu benim delirmiş halim” diyerek Gauguin’in yapmış olduğu tablo sonucundaki üzüntüsünü dile getirir.

Aralarında geçen başka bir tartışma sonucunda Van Gogh’un Gauguin’i usturayla tehdit ettiği ve bunun üzerine Gauguin’in evi terk ettiği bilinir. Kendisine oldukça yakın gördüğü ve gönülden sevgi duyduğu arkadaşının gidişi üzerine Van Gogh, yaşadığı ağır üzüntü sonucunda kulağının bir kısmını keser ve genelevde çalışan değer verdiği bir kadına hediye olarak gönderir. Van Gogh’un yaşadığı bu zorlu dönemden BBC Türkçe tarafından hazırlanan Sanatın Gücü: Vincent Van Gogh adlı belgeselde de bahsedilir. 

Yaşanılan bu olay, Gauguin’in Theo Van Gogh’a kardeşinin durumunu bildirip Arles’ten ayrılmasına yol açar.

Van Gogh ve Gauguin oldukça zıt karakterlere sahiptirler. Van Gogh çevresindekilerin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutan, içinde bitmek bilmeyen bir insan sevgisi barındıran ve bütün başarısızlıklara karşı yine de hayata karşı heyecan duyan bir insandır. Sanatını dünyaya karşı duygusal tepkisini ifade etmek için kullanmayı seçen ressam, empresyonist resimleriyle toplumun sesi olmaya çalışmıştır. Kısa yaşamı boyunca bazen doğanın güzellikleri karşısında kendinden geçerek; bazen de hayatın insanlara sunduğu zorluklar karşısında acı çekerek zamanının en dokunaklı resimlerini yapmıştır. Yaşamı boyunca mütevazi bir hayat süren Van Gogh’un yiyeceklerini ve giysilerini kendinden daha çok ihtiyacı olan insanlara verdiği ve her zaman elinden geldiğince çevresindekilere yardımcı olduğu bilinir. Resimlerinin başlıca konusu çuval taşıyan maden işçileri, tarlada çalışan köylüler, doğanın sunduğu güzellikler ve onuruyla çalışan insanlar olmuştur. Köylü yaşamının asaletine saygı duyan ve ilham alan Van Gogh, köylülerin yorucu çalışma temposu karşısında bugün adından hayranlıkla söz ettiren  “Patates Yiyenler” adlı resmini yapmıştır. Theo’ya yazdığı mektubunda “Kendi küçük lambalarının ışığında patates yiyen bu insanlar, tabaklarına koydukları yiyeceği bu ellerle, toprakta işliyorlar; bu yüzden tablo el emeğini ve köylülerin yiyeceklerini dürüstçe hak ettiklerini gösteriyor.” söyleminde bulunur. Van Gogh’un tablolarında insanı, sevgiyi, dini sembolleri yaşamın getirdiği acıyı ve merhameti bir arada görürüz.

Van Gogh’un aksine Gauguin’in tabloları yaşamın renkli ve coşkulu yönünü yansıtır. Avrupa kültüründen ve sanayileşmenin etkilerinden kaçmaya çalışan Gauguin, Tahiti’ye bozulmamış bir cennetle karşılaşma ümidi içerisinde gider fakat tipik bir Fransız sömürgesiyle karşılaşır. Bu manzara karşısında hayal kırıklığına uğrayan Gauguin, resimlerinde Tahiti ve çevresinin güzelliklerini, doğanın canlı renklerini, kültürleri gereği çırılçıplak dolaşan genç kadınları konu alarak egzotik resimler çizer. Uygarlığın kendisine ıstırap verdiğini ve ilkelliğin onu yeniden yarattığı inanışı içerisinde olan ressam, Tahiti kültürünü benimser ve yaşamının son anlarına dek bu kültürün izlerini taşır.

Aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen Van Gogh 1888’de yapmış olduğu bir otoportresini tablonun sol üst kısmına “dostum Paul Gauguin’e” yazarak arkadaşına ithaf eder. Bu portre Van Gogh’un bütün yaşamı gibi üzüntüyle biten bir dostluğu hatırlattığı için oldukça etkileyicidir. Paul Gauguin’in de Van Gogh’un ölüm haberini aldıktan sonra büyük bir üzüntüye kapıldığı ve zor günler geçirdiği bilinir.  Charles Gorham’ın Altın Vücutlar adlı kitabında bu sürece öyküleyici bir anlatımla yer verilmiştir. 

Birbirinden oldukça farklı konularda ve tekniklerde eserler yaratmış olsalar da iki arkadaş birbirlerinin sanatlarından etkilenmiş ve en yaratıcı tablolarını dostlukları süresince meydana getirmişlerdir. Günümüze eşi benzeri bulunmaz eserler bırakan ve sanatta alışılmışın dışına çıkarak bir akım yaratan bu iki ressam, bir daha bir araya gelememiş olsalar da eserleri bugün Paris’teki Orsay Müzesinde bir arada sergilenmektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks