Deneme

KOZA

By

Sartre der ki, “Diğerleri bizim cehennemimizdir.”  Çünkü yaşamımızı diğerleri üzerine kurarız, diğerleri için yaşarız ve diğerleri bizi şekillendirir. Aslında kendimize ait bir şeklimiz olmaz çoğu zaman, şekilsiz kalırız. Diğerlerinin içinde olmadığını sandığımız bir daire daha vardır, o da ailedir. Kendimizi ait kabul ettiğimiz, bir parçası saydığımız bu daireye, aile deriz. Biyolojik bağ bizi ailenin içinde var olmaya mecbur bırakır. 

Yeni doğmuş bir bebek bakıma muhtaçtır. Yeni ve bilmediği bir gezegene gönderilmiştir ve gönderildiği bu yerde kendi başına ne yiyecek ne içecek bulabilir. Henüz kendisinin bilmediği bir sistemin, gizli ve açık yasaların, toplum sözleşmelerinin içine doğmuştur. Bu muhtaç olma durumu kaderinin bir laneti gibidir. Çünkü kendi isteği ve iradesi dışında evrenle o göbek bağı içinde olduğu, sudaki huzurlu hayatından dışarıya fırlatılmıştır. Birileri ona isim, din verir. Süt, annedir. Hayat ve ölüm arasında görünen tek çıkar yoldur. Ve insan çiğ sütünü emer. Sonra büyümeye başlar. Büyüdükçe toplumla, devletle, toplumsal yasalarla ve yaptırımlarla karşılaşır. Bir sistemin içine doğmuştur. Sistem içindeki sistemin, ailenin kuralları içinde yaşamaya mecburdur.

Bir edilgenlik hali içinde ailenin yaptığı her şey çocuk tarafından doğru ve normal kabul edilir. Aile içinde kavga olabilir, baba sarhoş olup anneyi dövüyor olabilir, erdem sahibi bir profesörün ya da bir hırsızın çocuğu olmak arasında aile değerleri açısından bir fark yoktur. 

Bağımlılık sözleşmesi çoktan imzalanmıştır ve bu sözleşme kayıtsız şartsız itaati gerektirmektedir. Bu, çayı sevap, birayı haram saymaya kadar uzayıp giden kurallar ve kararlar silsilesidir. Çay ve bira kadar değişken ahlaki kuralların kaygan zemininde, masumiyet ve suç kadar ağır bir yüktür şimdi omzundaki. Sorgusuz sualsiz kabul edilen büyük dünyanın küçük düzeninde yaşamayı, hayatta kalmayı öğrenir. Hayatta kalabilmek için mücadele etmesi gerektiğini, istediğini alabilmesinin tek yolunun itaat olduğunu… Ve bu ilk kirlenmedir. Cici ve uslu çocuk olabilirse, iyi olacak, suçtan muaf kalacaktır. Çocuk anlar ki hürriyet sınırlı bir şeydir. Aslında hürriyet var zannedilen ama hiç olmayandır. 

Anne babanın doğruları çocuğun hürriyetini belirler. Kendi gibi davrandığında uyarılır, ikaz edilir hatta dayak yer ve bilir ki kendi gibi davranmak yerine cici olmak daha yeğdir. Ciciyi oynamanın yolu ise yalan ve riyadan geçer. Riya yolunu seçen çocuk nihayet onaylanmıştır ama artık bir maskesi vardır. Ve çocuk belli bir yaşa geldiğinde doğduğu ülkenin, ait olduğu sınıfına uygun bir okulda eğitim almaya başlar, ya da başlamaz. Bazı bölgelerde kız çocuğu olmak onun eğitim almasını gerektirmez. Başlamış olduğunu kabul edersek eğitimle karşısına çıkarılan değerler sistemi nedir diye sormamız gerekir? Ne için eğitim alırız? En temel ve basit olan cevap, geçim kaynağına ulaşabilmektir. Bir doktor, bir öğretmen ya da emlakçı olup gereken parayı kazanmaktır. Evlenmek, yaşayıp gitmek ve sonunda kim olduğunu anlamadan ölüp gitmek…

Ülke değerleri, devlet sistemi, devlet değerleri eğitim sürecindeki çocuğa ilk öğretilendir. Çocuk anlar ki yüzleşmesi gereken bir başka kurallar ve koşullanmalar sistemi olan kendini ve ailesini kapsayan büyük bir kontrol mekanizması daha vardır ve bu mekanizmaya uyum sağlaması onun için iyidir. Aksi takdirde cezalandırılır, ceza uyum sağlama sürecinin baş anahtarıdır.

Peki, ceza alan bir çocuk öğrenmek ister mi? Öğrenmenin kendisi onun için bir ceza haline gelmez mi? Çocuk rekabet içinde olması gerektiğini anlar, kendisi olmanın ne kadar imkânsız olduğu gerçeğiyle yüzleşir ve tam da bu noktada bir kopma yaşanır.

Kendisi olabilmenin bedeli nedir? Bu bedel ne olursa olsun yapılmalı mıdır? Sorular elbette bitimsiz lakin şunu biliyoruz: Diğerleri cehennemimizse, kendi kendimizin cenneti olmalıyız. Hiç düşündünüz mü? Sadece kendisi olmasına izin verilseydi ne olmak isterdi insan, neyi seçerdi? 

İşte tam da bu noktada yine sınırlı bir hürriyet içinde kendi olabilmenin o ağır, meşakkatli ama yine de heyecan dolu yolculuğuna çıkmayı göze alırız. Çünkü biliriz ki özgürleşmenin başka bir yolu yoktur. Kendimizi ve diğer insanları kendi gözlerimizle görmenin tek yolu aileden ayrılmak ve kendi kanatlarımızla uçmaya hazır olmaktır.

Hayat tek bir odadan, tek bir bahçeden ibaret değildir. Hayat binbir çiçeğin açtığı, binbir bahçeden oluşur. Babil kulesi gibi. Tek bir bahçede kalmak, hayatı o bahçe sanmaktır. Oysa diğer bahçelerdeki çiçeklerin renklerini ve kokularını da keşfetmek, duyumsamak gerekir.

Yaşama biçimlerini görmek, insanları keşfetmek, farklı tenlerde aynı kalbi taşıdığımızı bir yabancının gözlerinde fark etmek, hiç tanımadığımız insanlarla aynı kaptan çorba içmek, 

birlikte gülebilmek… Aile çemberiyle yetinmemek, yeni ruhları, yeni duyuşları görmek, anlamak, hissetmek, yorumlamak gerek. 

Her bir insandan ve gittiğimiz her yerden öğreneceğimiz, içimize işleyecek o kadar çok şey var ki hayatta, sanki bir an gözlerimizi kapatsak her şeyi kaçıracakmışız gibi. Yıllar yılı güvende hissettiğimiz o çemberden çıkışımız, aslında kendimizi ve dünyayı keşfettiğimiz yolculuğa attığımız ilk adımdır. Ne güzeldir, tek başımıza geldiğimiz bu dünyada bu sefer yeniden tek başımıza ruhumuzla doğmak, yeniden var olmak… Yeni başlangıçlar hiçbir zaman kolay olmasa da emek ister ve alışkanlıklardan kurtulmak her zaman kolay olmayabilir. Kelebeğin kozasından ayrılışı gibi, sabır ve emek isteyen bu geçiş sürecinin sonunda artık benliğimize, yani özgürlüğümüze kavuşmaktır bize bu yolculukta birer kanat gibi kolaylık sağlayan.

Benliğimizle baş başa kaldığımız o ilk anlarda önceleri deneyimlemekten mahrum bırakıldığımız, hayatın zorlu ama bir o kadar da heyecan verici sorumlulukları ile tanışırız. Ailemizin himayesindeyken bu yükümlülüklerle başa çıkabilecek donanımı edinememiş olmanın eksikliği ile ilk defa karşı karşıya gelmişizdir belki. Hâlbuki yıllarca kayıtsız kaldığımız bu sorumluluklar hayatın ta kendisiymiş, biz bilmiyormuşuz. Önümüze serilen engebeleri bir bir aştığımız vakit, hayatın tek başına verilen bir mücadele olduğunun bilincine varıyor ve bu mücadelenin içinde yer almanın haklı gururunu yaşıyoruz. 

Öyle ise, hayat dediğimiz bu kısacık serüvenin kendi benliğimizle parçası olmaktan korkmamalıyız. İçine doğduğumuz düzenin bize yüklediği tanımların ötesini görebilmek ve erişebilmek bir insanın en büyük gayelerinden biri değil midir? Ben bir öğrenciyim, ben ailemin bircik kızıyım, ben bir yazarım ama bunların hiçbiri beni ben yapan şeyler değil. Rollo May’in dediği gibi, bu cümlelerden arda kalan veyahut bu cümlelerin ortak noktası olsa olsa şu olurdu: “Ben varım. Var olmak hakkım. Bu aydınlanma, problemlerimin çözümü olmasa dahi, hayatta var olabilmek için ihtiyacım olan cesareti bulmamı sağlayacak, mutlaka yaşamam gereken bir deneyim.” 

Sartre’nin sözleriyle başladığım yazımı yine Sartre’nin sözleriyle sonlandırmak istiyorum: “İnsan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur.” Öyleyse bizler de benliğimizin etrafına ördüğümüz duvarlardan çıkıp hayatın en güzel duygularıyla var olabiliriz.

Esma Altay

Kaynakça ve Okumalar:

  • May, Rollo. The Discovery of Being: Writings in Existential Psychology.
  • Maslow, A. H. (1971). The Farther Reaches of Human Nature.
  • Frankl, Viktor. Man’s Search For Meaning
  • Sartre, Jean-Paul, 1905-1980. Existentialism Is a Humanism


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks