Deneme

EŞİKTE KALMAK

By

Günümüz dünyasında sürekli yeni haberlere, kişilere, modalara maruz kalıyoruz. Bu “yeni”lere çoğu zaman ayak uydururken, bazen de geride kalıyoruz ve böylece kendimizi güncellememiş oluyoruz. Peki, neden bunca şeye ayak uyduruyoruz? Etrafımızdan uzak kalmak bu kadar kötü bir durum mu, ya da biz de mi bu değişimin bir parçası oluyoruz? Dahası, bu değişimin benliğimizdeki yeri nedir?

On sene öncesiyle kıyasladığımızda şu anki biz ne kadar bizsek, etrafımız da bir o kadar aynı. İnsan, doğası gereği yeni koşullara kolay uyum sağlayabilen bir varlık.  Bu değişimler bir saniyede gerçekleşmediği için, alışması da zor olmuyor, haliyle. Bizi bir odaya kapatıp sadece yiyecek ve su verseler ve bizimle sadece o odaya kapattıklarındaki zamanın diliyle konuşsalar, yüz sene sonra o odadan çıktığımızda aynı kişi olur muyduk? Aynı olduğumuzu varsaysak bile bu durumda değişmemek ne kadar saygı duyulacak ya da sevilecek bir tutum olabilir? Benliğimizin değişmemesi, onu şimdiki zamanda saygı duyulacak biri yapar mı?

Neden sürekli geçmişe özlem duyar ve onun daha iyi olduğunu söyleriz? Ben bunu, kendimize tutunacak bir dal aramak olarak görüyorum. Şu anki zamandan mutsuzken zaten gelecekten ümitli olmak çok zor, elimize tek kalan geçmiş ve onun bize hatırlattıkları. O zamanlar, ihtiyaçlarımızı biz karşılamıyorduk, para kazanmak zorunda değildik, ailemiz hâlâ hayattaydı, saçlarımız dökülmemişti ya da cildimiz sarkmamıştı.

İnsanın aklı, geçmişin sadece mutlu günlerini hatırlatmak gibi bir garip misyonu üstlenmiş durumda. Hâlbuki, şu an ne kadar mutsuz olsak da yarın bizi rahatlatmak konusunda yetersiz kalıyor. Bence, burada anın içinde olmak bizi mutlu ediyor, sevdiklerimizle aynı frekansta buluşmak bizi yeterli kılıyor. Peki, toplumda dışlanmaktan koruyan ve var etmek gibi bir görev edinen günümüzde kalmak, bu kadar hayati öneme sahipken kendimize ve etrafımıza ne kadar güvenebiliriz? Geride kalırsak onların bizi istememesi gibi bir ihtimal varken, ortak frekansın ne kadar önemi var?

İşte, bu noktada bir eşiğe varıyoruz. Günlük hayatın hızı içerisinde kendimizi güncelleyerek hayatımıza sevdiklerimizle devam mı etmeliyiz, yoksa, kendimizi durdurup istediğimiz hızda yaşamaya devam mı etmeliyiz? İki durumun da kendine göre kazançları olduğu söylenebilir. Birinde istediklerimizle aynı frekansta buluşurken, diğerinde buluşmamak da bizim seçeneğimiz oluyor. İki durumun bir de kaybettikleri var elbette.  Eğer aynı frekansta buluşursanız o frekansa sürekli ayak uydurmak yorucu olabiliyor, bir de sonuçta bu ayak uydurmak işi de kendiliğinden olan bir şey değil, her gün belirli bir saatte kalkmak, belirli şeyleri yemek, belirli işlere gitmek lazım. Bu her şeyin belirli olması hali, size pek bir iş kalmadığı anlamına gelmiyor, zira belirli olması zaten asıl sorun. 

Kendi isteğinize göre yaşamanın zorluğu ise zamanla oluşabilecek dışlanmanın duygularımıza olan negatif etkisi. Sonuçta hepimiz insanız ve duygusal ihtiyaçlarımız var ve bu ihtiyaçların bu yolla karşılanması zor görünüyor.

Sonuç olarak, hayatımızdaki yolculukta hepimiz kendimizi olabildiğince rahat ettirmeye çalışırken bir yandan da hayatımızı daha “doğru” yaşamaya çalışıyoruz. Bu doğru kavramı herkesin hayatında aynı olmadığı için, çözümü de aynı olmuyor. “Eşik” kavramı da burada anlam kazanıyor; bu eşiği geçmek mi beni daha mutlu edecek yoksa geçmemek mi?

Barış Can Yalçın


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks