Deneme

PARİS’İN KONUK BİR TÜRK ÖĞRENCİYE ANLATTIKLARI

By
  1. Başka Bir Ütopya

Bu yazıya başlamadan altı veya yedi gün önce geldim Paris’e. İlk defa gelmiyordum buraya, ama daha öncekilerin hiçbiri bu kadar uzun soluklu seyahatler değildi. İlk defa evim dediğim yerlerden uzun süre ayrı kalacağım.

Önümüzdeki üç buçuk ayı hiç tanımadığım insanlarla, alışık olmadığım sokak ve caddelerde geçireceğim. Belki ufak bir avantajım var; kendi dillerinden başka bir dili konuşmama konusunda ısrarcı ve sık sık küstah olan Fransızların diline az da olsa hâkim olmak. Ama bu yabancılığımdan hiçbir şey eksiltmeyecek… 

Buraya gelmeden önce kafamda tam olarak nasıl bir manzarayla karşılaşmayı bekliyordum hatırlayamıyorum ama çok farklı şeyler deneyimlemekteyim. Burada tanıştığım insanlar birçok farklı ulusa ve coğrafyaya mensup. Yelpaze Vietnam’dan Almanya’ya, Kanada’dan Kolombiya’ya, Türkiye’den Portekiz’e kadar uzanıyor. Bu kadar farklı insan profilini, bu kadar uzun süre gözlemleme fırsatını daha önce yakalayamamıştım. Benim gibi sokaktan geçen insanları bile dikkatlice izleyen ve anlamaya çalışan bir insan için içinde bulunduğum fırsat gerçekten eşsiz. 

Beni şaşırtan asıl şey, herkesin birbirine benzemesi. Tabii herkesin tek tip, klonlanmış gibi olduğundan bahsetmiyorum. Öyle değil… Burada içinde bulunduğum grup çok uluslu, farklı dinlere inanan, hatta herhangi bir dine bile inanmayan, farklı âdetlere sahip insanlar. Yine de bir şekilde aynı dili konuşuyoruz. Demek istediğim, İngilizce veya Fransızca gibi bir dil değil. Sanki hepimiz aynı yerde yetişmişiz gibi aynı konuları konuşuyoruz! Günlük dert ve meselelerimiz aynı, endişeler aynı, hatta belki ümitlerimiz ve hayallerimiz bile aynı… Belki de dünyada artık sınır denen şey sadece devlet adamları tarafından zamanında harita üzerine yapılan çizgilerden ibaret. 

Birçok farklı insanın arasındaki farklılıkların çok az olduğunu yakından görünce birçok şoven kavram insana çok daha saçma geliyor. Belki dünyanın daha yaşanabilir bir yer olması için bu gerçeğin herkes tarafından görülmesi gerekiyor. Başka bir ütopyada belki… 

2. Anarşi Meselesi 

Göstericilerin polisi hedef alarak fırlattığı fişek tam yanıma düştü; kaçacak bir yer kalmadığını anladığımda çok geçti. Kızıl rengiyle yanıp tutuşan fişek patlayınca birkaç dakika iyi işitemedim. Anlattığım sahne daha çok ülkemizden ya da Ortadoğu’da bir savaş alanından bir manzara izlenimi bırakmış olabilir. Ancak anlattığım olay, dünyanın en pahalı ve lüks caddelerinden biri olan Champ-Elysée’de yaşandı. Sarı Yelekliler’in on sekizinci kez meydanlara inmesi, belki de şu ana kadarki en kontrol dışı ve kanlı gösterilerden biriydi. 

Tarihteki en meşhur devrimlerden bazılarına ev sahipliği yapan Fransa tekrar çalkalanıyordu. Otoriteden, baskıdan ve belki de en önemlisi, emeğinin karşılığını alamayıp sömürülmekten bıkan insanlar birer birer ayaklanmaya devam ediyordu işte! Geride bıraktığımız senenin Kasım ayında basit bir akaryakıt zammı, bardağı taşıran son damla olmuş, halk kendi arasında organize olup sokaklara çıkmıştı. Tam on sekiz hafta. On sekiz haftadır bıkmadan ve usanmadan her hafta manifestolarını tekrarlıyorlardı. İstekleri dünyanın geri kalanından çok da farklı değildi: Ucuzluk, özgürlük, vergi adaleti… 

Fransa’ya geldiğimden beri eylemleri yerinde görebilmek için her Cumartesiyi iple çekiyordum; muradıma ancak üçüncü haftamda erebildim! Yurt odasında bunaltıcı bir şekilde geçmekte olan günüm, Champs-Elysée’den gelen çatışma görüntülerini izlememle renk değiştirdi. Üzerime ilk bulduğum şeyleri geçirip kendimi metroya attım. Hem metroların hem de caddeye giriş çıkışların polis tarafından tutulmuş olması bana biraz vakit kaybettirdi ama bir yol bulup kendimi oraya atabildim. 

Caddeye ilk çıktığım anda gerçekten büyülenmiştim. Sis bulutundan, caddenin sonundaki Arc de Triomphe neredeyse görünmüyordu. Belli bir mesafeden patlama sesleri duyabiliyordunuz. Daha küçükken Gezi’yi görmüş biri olarak aşağı yukarı benzer şeyler bekliyordum. Ancak daha ilginç bir şeye tanık oldum: Fransızlar yağmayı, kırıp dökmeyi bizden daha çok seviyordu! Hayat pahalılığı isyanlarını, dünyanın neredeyse tüm lüks mağazalarının ve markalarının bulunduğu bu caddeyi kelimenin tam anlamıyla yakarakifade etmelerine belki de şaşırmamak gerekiyordu. Günün en ağır faturası simgesel bir nokta olan Fouquets’e kesilmişti. Devlet başkanlarından, ünlü iş adamlarına uzanan bir müdavim listesi olan restoran ateşe verildi, mobilyaları parçalanıp sokaklara atıldı. Onları yönetenlere mesaj vermek için etkili bir yöntem seçmişti Fransızlar…

Ya şimdi? 

Eylemler hâlâ devam ediyor. Etmeye de devam edecek gibi. Hükümet ve Macron cephesi anlaşmaya çok hevesli durmuyor.  Besbelli anarşi bir süre daha Fransa’yı kasıp kavuracak. 

3. Sürgün

Champs-Elyséé’de yaşadığım olaylardan birkaç hafta sonra bu sefer daha huzurlu bir yeri ziyaret ediyorum. Birçok tanıdık ismin karşıma çıktığı Père Lachaise mezarlığı. Ebedi uykusunu burada sürdüren isimlerin listesi oldukça kabarık. The Doors’un solisti Jim Morrison’dan, uyarlamaları hâlâ sahnelenen Molière’e, Fransız müziğinin en ünlü isimlerinden Edith Piaf’tan, Dorian Gray’in Portresi’ni yazan Oscar Wilde’a kadar uzuyor liste. 

Tüm bunların ötesinde bizi daha çok ilgilendiren iki isimden bahsedeceğim: Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney. Paris’te yaşamını kaybetmiş iki Türkiyeli. İki Kürt. Biri seksenlerin başında, diğeri doksanların sonunda ülkemizi terk etmek zorunda kaldı ya da bırakıldı. Hangi sebepten olursa olsun, insanların idam edilmesi, sürülmesi, ya da ömür boyu hapis yatması gerçekten can sıkıcı. Bu insanların sadece sanat aracılığıyla ifade ettiklerinin buna neden olduğunu düşünmek ise bu hissi daha da katlıyor. 

Kendi adıma konuşmam gerekirse, Yılmaz Güney’in ve Ahmet Kaya’nın tüm hayat görüşlerini ve ideolojilerini benimsediğimi söyleyemem. Güney’e ait izlediğim filmler bir veya iki tane olmalı. Kaya’ya ait şarkılara olan hâkimiyetim de çok farklı değil. Ama yine de bu insanların evi kabul ettikleri yerlerden kilometrelerce uzakta hayatlarını yitirip burada yatmaları gerçekten insanı düşünmeye itiyor. 

Öyleyse başka bir ütopyayı hayal etmeye devam…

Mehmet Ali Yıldırım

İstanbul Bilgi Üniversitesi Erasmus Öğrencisi, Paris / Fransa

    

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks