Deneme, İnceleme

“HUSTLE CULTURE”: FAZLA ÇALIŞMA İLE HIZLI TÜKENMİŞLİK

By

Günümüz üniversite öğrencileri ile yeni mezunlarının aklında hep tek bir ortak sorun var: iş! Nasıl iş bulabilirim? Nasıl kendimi ispatlayabilirim? Benim diğer iş arayanlardan farkım nedir? Ben nasıl farklı olabilirim? İşe girmek veya işimi tutabilmek için ne gerekli? Kendimi nasıl gösterebilirim? Bundan daha fazlasını nasıl yapabilirim? Bu soruların tamamı hepimizin aklından geçen, bizleri inanılmaz streslere sokan kaygılar. Aynı zamanda da, beynin rahatlamasına izin vermediği için genç yaşta tükenmişliğe yol açan durumlar. Öyle ki, artık “mid-life” (yani orta yaş) değil “quarter life crisis” (yani çeyrek yaş bunalımı) kültürümüze yerleşmiş durumda. Buna aynı zamanda 30 yaş sendromu dense de, günümüz gençleri o kadar fazla çalışıyorlar ki, bence buna 22-25 yaş sendromu dememiz daha doğru olabilir. 

Tam da bu noktada işin içine “Hustle Culture” giriyor. Türkçe mealine koşuşturma kültürü diyebiliriz. Peki koşuşturma kültürü nedir? #Mondaymotivation ’lar; #SendromsuzPazartesi ’ler; “Yorulduğunda değil, bitirdiğinde dur” / “İstediğini değil, çalıştığını elde edersin” / “Üç ay sonra kendine teşekkür edeceksin” gibi cümleler; bu tarz cümleler ile işlenmiş kırlentler, ajandalar, posterler, neon tabelalar… Daha neler neler. Kafanızı nereye çevirseniz sizi çalışmaya, daha fazla çalışmaya, sürekli çalışmaya iten şeyler. Instagram’a girdiğinizde #girlboss veya #millionnairemindset gibi etiketlerle paylaşılmış fotoğraflar, kendinizi tüketene kadar çalışmanızı, çalışmadığınızda yanlış yaptığınızı veya eksik olduğunuzu size inceden inceden aşılayan influencerlar, “Rise and Grind” (Uyan ve Çalış) gibi başlıklı kitaplar… Bunların toplamına ve yarattıkları iş kültürüne – veya iş kültürü algısına – hustle culture diyoruz. Sürekli aklın iş ile meşgul olması, sürekli çalışmaya itilen bir gençlik, sürekli elinden gelenin kat kat fazlasını yapmaya zorlanan çalışanlar, sürekli yeni projeler ve çözüm önerileri üretmekten yaratıcılıkları tükenen, tükenmişlik sendromuna kapılan bir kitle. 

“Hustle Culture” Nedir? 

En basit şekilde tanımlayacak olursak, Hustle Culture (veya koşuşturma kültürü), sürekli çalışma isteği, çalışmadığında kendini suçlu hissetme durumu diyebiliriz. Tanım olarak işkolizme benzese de başlıca farkı çalışma isteğinin amacı. Hustle culture’da gençleri sürekli çalışmaya iten şey bireysel donanım ve bireysel kazançlar. Pazarlanabilir beceriler elde etmek, CV doldurmak, milyonlarca iş arayanlardan sıyrılmak, vs. Artık üniversite diploması ile 3-5 yıllık tecrübenin yeterli olmadığı iş dünyasında, fark yaratabilecek, kurumlara başkasının sağlayamayacağı faydalar sağlayabilecek kişi olmanız lazım. Aranan kişi olduğunuz kanıtlayabilmeniz için de okurken staj yapmış, yabancı dil öğrenmiş, farklı workshop ve eğitim programlarına katılmış, yüksek not ortalaması tutturmuş, sosyal aktivitelere katılmış olmanız gerekiyor. Bunların heeepsini aynı anda yürütmeyi başardıysanız tebrikler, iş görüşmesi için randevu almaya hak kazanıyorsunuz! E, işinizin garanti olmasını beklemiyordunuz herhalde?

            Hustle Culture”ın Oluşma Nedenleri 

Internet ve Sosyal Medya

21. yüzyılda internetin evlere girmesi ve akıllı telefonların geliştirilmesi ile klasikleşmiş 9-5 çalışma saatleri kalıbı yavaş yavaş esnemeye başladı. İş araç gereçlerini ve görevlerimizi portatif hale getiren akıllı telefonlar ile toplu taşımada, yatakta, yemek masasında, sosyal etkinliklerde sürekli çalışabiliyor, anında – ve gecenin en geç saatlerinde bile – maillere cevap verebiliyor olduk. Ayrıca CV’mizi ve kendi markamızı (yani şahsiyetimizi) pazarlayabileceğimiz bir ortam haline gelen sosyal medyada (bkz. LinkedIn, Instagram, Twitter, Facebook, vs.) sürekli aktif olmamız gerektiği hissiyatına kapıldık. Durum böyle olunca, iş hayatımız ile kişisel hayatlarımızın arasındaki çizgi silikleşti; iş hayatımız, kişisel hayatımızın içine de taşmaya başladı. 

Buna ek olarak, sosyal medyanın da iyice hayatımızın bir parçası haline gelmesi de hustle culture’ın oluşumuna katkı sağladı. Aynı CV doldurur gibi, sosyal medya hesaplarını dolduran insanlarla dolup taştı mecralar. İnsanların sadece günlerinin ve hayatlarının en güzel taraflarını paylaşması, zaten halihazırda yapmış olduğumuz ‘kendimizi başkalarına kıyaslama’ işlemini daha da kolaylaştırdı. Anneannemizin komşusunun torununun neler yaptığını sadece duymuyor, artık her gün görüyorduk da. Ayrıca, kişisel olarak tanımadığımız ama çok başarılı olduğunu düşündüğümüz insanların da hayatlarını deliler gibi takip eder olduk. Bu durumu fırsata çeviren ünlüler, iş sahipleri, ve yeni patlayan influencerlar, bizi hedef kitleye dönüştürüp bize başarı hikayelerini, başarılı olmanın yollarını, başarının tanımını satmaya başladılar. 5 adımı tamamlayarak, sürekli ve aralıksız çalışarak, aklımızı sürekli iş ile meşgul tutarak, biz de onlar gibi başarılı olabilecektik. Bu kadar basitti! Bu tarz pazarlamalar hem kitlelerde gerçekçi olmayan kariyer hedeflerine (örn: en kısa sürede mümkün olduğunca zengin ve başarılı olmak), hem de “yeteri kadar çalışmıyorum”/“daha fazla çalışmam lazım” hissiyatına yol açtı. Üstüne bir de “sevdiğini işi yap, yaptığını işi sev” gibi masum görünen basmakalıp sözler de gençlerde tatmin olmama hissiyatı yarattı. İşini sevmen yeterli değildi; işine bayılman gerekiyordu. Her adımdan tatmin değilsen doğru yerde değildin. Bu algıyla sürekli daha güzel şeyler, daha tatmin edici işler, daha havalı pozisyonlar kovalar olduk. Hep daha iyisini isteyip, asla doymayan, tatmin olmayan bir jenerasyon olduk. 

Kurumsal Hiyerarşinin Tavanı

 Gençlerin yeni yaşam tarzlarının farkına varan iş verenler, hustle culture’ı daha da üst boyutlara taşımaya başladı. Çok daha fazla, çok daha verimli, çok daha uzun süreler çalışmaya meyilli yeni jenerasyona daha da fazla görevler ve beklentiler yüklemeye başladı. İnanılmaz bir rekabet ortamı ve ekonomik krizden ötürü, gençler bu yükleri çok cüzi miktarlar için taşımaya başladı. Asgari maaşı çok gören bazı kurumlar, stajyer ücreti bile vermiyordu artık. Sigorta, ulaşım hizmetleri, yemek kartları birer lüks gibi görülmeye başladı. Çok çalışırsan, çok kâr sağlarsan senin de yemek kartın olabilirdi! Medya çalışmaları profesörü Anne H. Petersen’ın da dediği gibi, “çok daha fazla ve çok daha verimli çalışmaya koşullanmış gençler, çok daha kötü koşullarda çalışıyorlar: düşük maaşlar, kötü olanaklar, daha az iş güvencesi… İşe olan bağlılığımız sömürülmemizi teşvik ediyor ve kolaylaştırıyor.”

Bu tavrı daha da ekstrem boyutlara taşıyanlar da var tabii. Örneğin, Tesla’nın kurucusu Elon Musk. Musk, bir tweetinde “Eğer işini gerçekten seviyorsan, o sana (çoğunlukla) iş gibi gelmez” deyip haftada 80, hatta 100 çalışmayı savundu. Ama paranteze dikkat… Ayrıca, kimsenin haftada 40 saat çalışarak dünyayı değiştirmediğini de vurguladı. Yahoo’nun eski CEO’su Marissa Mayer ise çıtayı daha da yükseltip, bir mülakatta uyuduğunuz saati, duş alma sürenizi ve tuvalet molası sıklığınızı doğru ayarladığınızda, haftada 130 saat çalışmanın mümkün ve desteklenen bir şey olduğunu ortaya attı. 

Çocukluk Dönemi Optimizasyonu

              Milenyum çocuklarını diğer jenerasyonlardan ayıran bir temel özellik: Yetişme tarzları. Annelerimiz, babalarımız, anneannelerimiz, dedelerimiz sokaklarda koşarak, ailelerinin sürekli gözetimleri olmadan yetişmiş; çoğunlukla elinden geldiği kadar okuyup bir yerlerde işe girmiş insanlar. Bizim jenerasyon ise eve tıkılmış, kurstan kursa, aktiviteden aktiviteye koşan, sürekli denetim ve gözetim altında olan bir jenerasyon. Anne H. Petersen, buna “Çocukluk Dönemi Optimizasyonu” adını veriyor. Ona göre, çocuklukları boyunca ‘optimize’ edilen, ellerinden tutulup yarış atı olarak yetişen, karar vermeyi ve hayatlarını kurmayı bilmeyen gençler, üniversiteye gelince dumura uğruyorlar. Bir kılavuza ihtiyaç duyuyorlar. Ayrıca, Petersen’a göre öğrenciler, ailelerini güzel şekilde yansıtan, arkadaşlarına havalı gözüken, ve gerçekten onları tatmin edecek işler bulmaya çalışıyorlar. Çünkü hayatları -yani optimizasyon dönemleri- boyunca hep böyle koşullanmışlar. Durum böyle olunca, üniversiteden mezun olur olmaz girecekleri ilk işin onların kariyer rotalarını ve kişisel değerlerini sonsuza kadar belirleyeceğini düşünüyorlar. Dolayısıyla; sürekli çalışıyor olmak, sürekli daha iyisini istiyor olmak gençler için kaçınılmaz bir son.

            Türkiye’nin Bu Akıma Etkisi 

Türkiye, asla dünyanın süper güçlerinden biri olmadı. Cebimizdeki para olan Türk lirası da yerkürenin en rağbet gören ve en güçlü para birimlerinden biri değildi. Ama bundan birkaç sene evvele kadar alım gücümüzün daha fazla olduğunu, dünya ülkeleriyle normal ilişkiler içinde olduğumuzu, ülkedeki adalet sisteminin -muntazam olmasa da- bağımsız olduğunu, dolayısıyla da paramızın kıymetli ve zengin bir ülke olduğumuzu hatırlar gibiyim. Son 7-8 yılda hem coğrafyada hem de içeride yaşanan olaylarla bu bozuldu. Türk genci, Avrupa’da yaşayan akranlarının aksine hiç düşünüyor olmaması gereken şeylerin derdine düşer hale geldi. Siyasi durum, özgürlük alanlarımız ve şimdi değineceğimiz geçim sıkıntısı ve iş bulma dertleri… Yazımızın temeli gençlerin kendilerini önüne geçilemez bir çalışma temposuna atması ve bu çoğu zaman gönüllü. Ama ülkemizin içinde bulunduğu şartlar, bu durumu biraz gönüllü-zorunlu hale getiriyor olabilir. Gençler kendilerini bir birey olarak kanıtlamak istemenin yanı sıra, geleceklerini güvence altına almak için de bunlara katlanıyor olabilir. Zira ülkenin genç işsizlik rakamları iç açıcı değil. OECD ülkeleri ortalamasında genç işsizlik %13.8’ken, bu oran Türkiye’de %18.5. Bunun nedenleri arasında kültürel bazı öğeler olsa da (kadınların daha genç yaşta evlenmesi ve iş hayatına atılmamaları gibi), genel olarak iş bulma imkanları da daha dar. Bulunan işlerde de alınan maaşlar beklentileri karşılamayabiliyor. Bu da kişinin tek bir işe yoğunlaşmasındansa, kişiyi birçok işi aynı anda yürütme çabasına itiyor. Bunu anlamak da zor değil. Hala eğitimini devam ettiren veya eğitim hayatına yeni son vermiş gençlere ülke şartlarında asgari ücretten biraz daha fazla verilmesi mümkün değil. Alım gücü zaten düşük olan ülkemizde, bu işleri daha zor kılıyor.

Biraz gençlerin hangi koşullar altında çalıştığına da değinebiliriz. Hala öğrenci olanlar arasında çalışma oranları haliyle daha düşük. Eğitimi devam eden gençlerin çalışma oranı %30 civarlarında. Öğrenciliği biten gençlerde ise çalışma hayatına girme oranı %50’nin çok üzerinde. Çalışma saatlerindeki veriler de hayrete düşürücü. Türkiye’de ortalama haftalık çalışma süresi 46; Avrupa Birliği ortalaması ise 37 saat (hem daha çok çalışıp hem daha az kazanıyoruz). Tam zamanlı çalıştığını ifade eden öğrenci gençlerde haftalık ortalama çalışma süresi 40 saati geçebiliyor. Eğitim süreleri de bunun üstüne eklendiğinde ortaya muazzam bir tempo çıkacaktır. Kendi işini idare ettiğini belirtenlerde de bu süre çok yüksek: Haftada 56 saat. Bu sıkıcı istatistikler böyle sürüp gidiyor. Anlayacağımız o ki, ülkemiz gençleri hangi kaygılarla olursa olsun, kendilerini çoğu ülkenin gençlerine göre farklı bir temponun içine atıyor. Ve çok daha düşük gelirler için bunu yapıyorlar. Hustle Culture’ın dünya genelindeki motivasyonları farklı olsa da, ülkemizde bu yoğun ve yıpratıcı çalışma isteğinin bir nedeni de, hayatta kalma mücadelesi olarak rahatça gözlemlenebilir. 

           Kaçınılmaz Son: Tükenmişlik

Bu kadar stres ve hareketlilik, sonucunda psikolojik ve fiziksel tükenmişlik getiriyor. Vücudu bir şekilde dinlense de aklı asla rahat kalmayan genç nesil, bir müddet sonra tıkanıyor. Psikanalist Josh Cohen’e göre, “Tükenmişliği, tüm iç kaynaklarınızı tükettiğinizde ve buna rağmen sizi devam etmeye zorlayan kompulsif dürtüden kurtulamadığınızda hissedersiniz.” Durum böyle olunca, en basit işler bile gözde büyümeye, olduğundan zor gelmeye başlıyor. Yaparken zevk alınması gerekenler, sadece sonsuz yapılacaklar listesinde üzerleri çizilecek birer maddeye dönüşüyor. Tükenmişlik artık o kadar yaygın olmuş durumda ki Dünya Sağlık Örgütü (WHO), bu sene tükenmişliği meşru bir medikal teşhis olarak kabul etti. 

Bireysel deneyimlerimiz

       M. A. Y.: “Hustle Culture” konusunu ele alırken bunu yapmamızın temel nedenlerinden biri, bizim de kendimizi bir yerde bu kültürün bir parçası olarak hissetmemizden kaynaklanıyor. Şu an Doğuş Yayın Grubu’na bağlı NTV kanalının, spor servisinde, stajyer editör olarak çalışıyorum. Bu benim için ilk staj deneyimi değil. Geçtiğimiz yılın yaz aylarında yine aynı yerde ve aynı birimde stajyer olarak deneyim kazanma fırsatım olmuştu. Lakin şimdiki biraz daha uzun süreli. Yaptığım ve yüklendiğim iş, görevler ve yük normal bir kadrolu elemanınkinden çok farklı değil. Bu iş için haftada 5 gün Maslak’taki ofiste bulunmam bir şart. Bunun yanı sıra, kalan iki günlük iznimde de okulda derslerimi tamamlamakla uğraşıyorum. Aslında bir stajyer olduğum için ve özellikle okulumun son yılı olduğu için önceliğimin eğitim olduğunu bazı anlarda unutuyorum. 

            Bundan birkaç ay önce Erasmus için Fransa’daydım. Sorumluluklarım yok denecek kadar azdı. Yazın da ülkeme döndüğümde verimsiz bir yaz tatili geçirdim. Kendimi bir anda gönüllü olarak içine attığım iş dünyasında yoğun bir temponun içinde buldum. Güvenlik kartlarımız, servis araçları, yemek kartları ile uzaktan sıradan beyaz yakalı gibi görünsek de, haber kanalı çalışanları olarak uzun ve yoğun mesai saatleri altındayız. Ömrü boyunca (21 yıl) çalışmamış biri olarak benim için bu keskin bir virajdı. Çok çalışmam da gerekmemişti belki de. Çocukluğumda ailemin durumu tuzu kuru denebilecek bir düzeydeydi. Ben büyüdükçe bu durum biraz sallanmaya başlasa da, ailem ne benim ne ablamın ihtiyaçlarını hiçbir zaman eksik etmedi. Üniversiteye başladığım zaman da hiç çalışma ihtiyacı duymadım yine de. Sonuç olarak, yaşadığım şehirdeki bir okulda okuyacaktım ve kalacak yer derdim yoktu. Giderlerim lise dönemimden çok farklı olmayacaktı. Bu üniversitenin ilk yıllarında devam etse de, bana son zamanlarda artık aileme yük olmamam gerektiğine dair bir düşünce tak etti. Okulun bitişi yaklaştıkça benim artık kendi ayaklarım üstünde durma zamanım da gelmişti ve bunda geç kalamazdım. Ülkenin son dönemlerde içine düştüğü kriz ortamı da buna bir neden olabilir. Etrafımızda bir sürü işsizlik yüzünden, geçinememe yüzünden bunalıma giren, hatta bunu daha ileriye taşıyan insanların haberleri vardı.

            İlk defa tek başıma yaşama deneyimimi, 2019’un Şubat’ından Haziran’ına kadar, daha önce bahsettiğim Erasmus deneyiminde yaşamıştım. Yine ihtiyaçlarım ailem tarafından karşılansa da, ben bana verilen parayı iktisatlı kullanmak için büyük bir çabaya girmiştim. Para kazanmanın önemi belki o günlerde kafama iyice işlendi. İstanbul’a döndüğüm anda staj arayışına girmiştim. Birkaç başarısız başvurunun sonunda kapılar yine NTV tarafından açılmıştı. Okulla beraber, en başta bu bahsettiğim tempoyu kaldırabiliyordum. Hatta ilk maaşımı aldıktan sonra daha da keyfini çıkarmaya başlamıştım. Ama yine de benim için okuldan öncelikli olan şey, haber yazmaktı. Sıkıntılar da neredeyse üst üste geldi. İş yerim haftasonları da ofise gelmemi istedi. Sonuç olarak burası bir televizyon kanalıydı ve 7/24 yayın devam ediyordu. Haftasonları tek editör olarak burada çalışmaya başladım ve bu sorumluluklarımın daha fazla olduğu anlamına geliyordu. NTV kanalının cumartesi-pazar saat 09.00-18.30 arası yaptığı tüm spor yayınları benim sorumluluğum altına geçmişti. Burası bir haber kanalı olsa da, iki sene önce yayın hayatına son veren NTV Spor kanalının hayaleti hala burada gezmeye devam ediyor. Burada spor konusunda hata veya geç kalma söz konusu olamazdı. Haftasonları başka bir şeye vakit ayırmam söz konusu değildi artık. Hala da öyle. 

            Okul için yapmam gereken işlere vakit ayıramaz hale geldim. Daha önemlisi kendim için vakit ayıramaz hale geldim. Bu stajı bir yandan sonlandırmak istesem de, diğer yanım bunu yapmamam gerektiğini ve hatta daha çok çalışmam gerektiğini söylüyor. Daha önceleri içimdeki çalışma ve iş hayatına girme merakı, sadece bir şeyler üretme ve bir meşguliyete sahip olma gibi kaygılarımdandı. Ama artık sadece çalışmam gerektiğini ve olabildiğince para biriktirmem gerektiğini düşünüyorum. 

            E. N.: Ben ise ikinci sınıftan beri düzenli olarak çalışıyorum. Üniversiteye başladığım ilk sene kendime müsaade verdim ve bir sene boyunca sınav stresini üstümden kafam rahatlamış bir şekilde attım. Fakat tam anlamıyla boş kalmak bana göre olmadığı için bir organizasyon şirketinde proje bazlı etkinlik asistanı oldum. Hem harçlık çıkarmak hem de sosyal becerilerimi geliştirmek için güzel bir fırsattı benim için. Bir seneyi öyle geçirdikten sonra artık mesleğime atılmak istedim. Bir PR ajansına stajyer olarak kabul edildim. Aynı zamanda tesadüfen bir sosyal medya yönetimi işine kabul edildim. Haftanın beş gününe hem iş hem staj hem de okulumu sıkıştırmak zorunda kaldım. Haftanın 3 günü Santral’de derse, 2 günü Levent’te staja, 2 günü de Arnavutköy’de işe gidiyordum. Hafta içinin sadece 5 günden ibaret olduğunu hatırlatmak isterim. Hafta sonlarım da pek hafta sonu sayılmazdı çünkü kafam sürekli meşguldü. Sürekli yeni içerikler, yeni stratejiler, yeni ödev konuları düşünmek zorundaydım. 3 ayı tamamladıktan sonra stajımı bıraktım ve beni daha çok tatmin edecek işler peşinde koşmaya başladım. Farklı firmaların sosyal medya hesaplarını yönettikten sonra ilk iş arkadaşım olan Defne ile bir ajans girişiminde bulunmaya karar verdik. Beraber, farklı markalara her türlü sosyal medya, içerik üretimi, grafik tasarımı, vb. hizmetler sunuyoruz.

Bu senenin başında ise bir fotoğraf sanatçısının yanına asistan olarak girdim. Asıl uzmanlık alanı düğün belgeseli olduğu için, yaz tatilimi resmen yaşamadım. Yeri geldi haftanın 7 günü art arda çalıştım. Bir kaplumbağa gibi tüm ihtiyaçlarımı sırt çantamda taşıyarak dolaştım tüm yaz. Böyle yorucu bir temponun üzerine 4. sınıf başladı ve işlerim daha da yoğunlaştı. Hem iş yükümden yorgundum hem de üstüne bitirme projem eklenmişti. Teslim tarihleri peş peşe geliyor ve bitmek bilmiyordu. Hayatımda hiç kendimi bu kadar bitmiş, tükenmiş ve gergin hissetmemiştim. Ama buna rağmen ikisinden de vazgeçemiyordum. Hem okuyor hem çalışıyor olmak beni tuhaf bir şekilde tatmin ediyordu. Hem okumaya aşıktım hem de kariyerim için önemli adımlar atıyor olmam beni çok mutlu ediyordu. Öyle bir koşullanmışım ki bu kadar yoğun olmamı bir başarı olarak görüyordum. Ama artık yavaş yavaş anlıyorum ki kendimi erken tükenmişliğe itiyormuşum. Bu tempoda, hem bedenen hem zihnen bu kadar yorgunken verimli çalışmam, gerçekten içime sinen ürün çıkarmam pek olası değil. Ama ne yazık ki bu durumu düzeltmek için de elimden gelen bir şey yok. Her ne kadar okulum önceliğim olsa da işimin cazibesine kapılmamam mümkün değil. Ayrıca, mezun olduktan sonra iş bulma derdiyle karşılaşmamak, maddi olarak tatmin olmak, iyi bir pozisyona sahip olmak beni motive eden şeyler. Bu kadar kendime yüklenmem doğru mu? Tabii ki değil. Ama şu anki ekonomik ve sosyo-kültürel durum belli. Okurken çalışmayanlar, kendini geliştirmek için elinden geleni yapamayanlar, pek de tutunamıyorlar. 

            Farklı görüşlere de yer vermek için çevremizden, kendini iş hayatının kollarına bırakmış insanların da fikirlerine yer verdik. Bazı arkadaşlarımıza iş hayatlarını, neler yaptıklarını, mutlu olup olmadıklarını vb sorular sorduk…

Zeynep Çam – 22 – Cumhuriyet Gazetesi 

            Çalışmaya üniversitenin ilk senesinin yazında başladım, stajım 2 ay sürmüştü. 2. ve 3. sınıfta toplam 16 ay çalıştım. Okulda son senem itibari ile 4. ayımı bitiriyorum. İşe haftada 2 gün gidiyorum ancak işe gitmediğim zamanlarda mutlaka yapmam gerekenler oluyor. Neredeyse her gün en az 1-2 saat sadece stajıma yönelik çalışıyorum. Öğrenci olduğum için işim üzerinden hissettiğim yoğunluğun etkisi de artmış oluyor. Yaptığım iş tabii ki beni yoruyor. Ama bana kattıklarını düşününce o yorgunluk tatlı bir yorgunluğa dönüşüyor. Kendimi geliştirdiğimin farkındayım, bunu da yorulmadan elde edemem. Öğrenci olduğum için çok mu kendi üstüme gidiyorum diye düşündüğüm oluyor ama 22 yaşına geldim ve kendi ayaklarımın üstünde nasıl durmam gerektiğini öğrenmeliyim. 

            Mutlu muyum sorusunun cevabı biraz değişken; çok mutlu olduğum söylenemez. Bir öğrenci olarak bu kadar çok çalışmak kendime ve sevdiklerime vakit ayırmama engel oluyor. Ama günümüz çalışma koşullarını düşününce kendi mutluluğumun bir önemi maalesef ki kalmıyor. Spesifik olarak işimden mutluyum, gazetecilik her zaman hayalini kurduğum bir meslek olmuştu. Mesleğin içine girip sevmiş olmam beni çok mutlu ediyor. Eğer çalışmıyor olsam bir yere kadar mutlu olurdum. Elbette bulunduğumuz sistem neticesinde iş sahibi olmam gerekiyor. Buna erken başlamış olmak benim tercihim ama pişman değilim. En azından ne istediğimi biliyorum. Mezun olduğumda vakit kaybetmeden istediğim yol neticesinde ilerleyebileceğim. O yüzden hayır, bu koşullar içinde çalışmasam daha mutlu olmazdım.

           Kendime vakit ayırmak deşarj olmamı sağlıyor. Bu konuyla ilgili çok sıkıntı çekmiyorum. Özel haberleri yaparken genelde konuları ben seçiyorum. Sahada bulunduğum vakitlerde tek başıma oluyorum. İlgimi çeken konular üzerine araştırma ya da çalışma yaparken bir nevi kendime vakit ayırmış oluyorum ve bu şekilde durumu dengeliyorum. İzin günlerimden birini de mutlaka kendime vakit ayıracak şekilde geçirmeye özen gösteriyorum. Eğlenceye ayıracağım vaktimi uykumdan fedakarlık ederek kurabiliyorum. Kendimi yaşımdan ötürü genç ve enerjik olduğuma ikna ederek eğlence hayatımı aktif tutmaya çalışıyorum.

Naz Gür – 23 – Bloomberg HT

           Bulunduğum kurumda şubat-haziran ayları arasında staj yaptım. Aynı yerde 2019 Ağustos ayından beri kadrolu olarak çalışıyorum. Bir televizyon programında yönetmen yardımcısı olarak haftanın 5 günü çalışıyorum. Beş günün ikisinde haftalık çekimlerimiz oluyor. Özel günlerde çekim günleri artabiliyor. Mesela haftada 4 gün 14.00-18.00 saatleri arası durmaksızın çekim yapabiliyoruz. İşimden, olduğum yerden mutluyum. Çalışma hayatının beni yorduğu zamanlar tabii ki oluyor. Fakat gün sonunda ortaya bir şeyler çıkardığımı görmüş olmak beni motive ediyor. Eğer çalışmasaydım, ciddi anlamda mutsuz olacağımı düşünüyorum. Dediğim gibi, çalışarak motive olan bir insanım. Çalışmamak beni mental açıdan çok daha zorlardı. Genellikle hayatımın her alanında planlı yaşamayı seven biriyim, bu yüzden kendime vakit ayırmak istediğimde de bunu gerçekleştirmem çok zor olmuyor. İş-eğlence dengesini kurabildiğimi düşünüyorum. İş yerinde yaşadığım stresi eğlenerek, arkadaşlarımla buluşup bir kahve içerek, gezip tozarak atmayı seviyorum. Fakat iş zamanı iş, eğlence zamanı eğlence diyenlerdenim. Önceliğim her zaman iştir.

Barış Yalçın – 21 – Medyascope

          2017 mayısından itibaren farklı bir çok alanda ve kurumda çalıştım. Şu anki işime 2019 Ocak’ta başladım. Çalıştığım yerde resim seçicilik yapıyorum. Yazın, günde yedişer saatten haftada beş gün çalışırken; şu an günde sekizer saatten haftada üç gün çalışıyorum. İşimden memnunum, çalışmak beni fiziksel anlamda yoruyor ama manevi anlamda iyi geliyor. Bir şeyler yapmak, sabit durmamak beni mutlu ediyor. Çalışmasaydım kesinlikle daha mutlu olmazdım. Çalışmak benim için bir kazanç sağlamanın ötesinde kendimi geliştirip yenileyeceğim bir mecra. O yüzden çalışmasaydım sıkılırdım diye düşüyorum; bu da doğal olarak mutsuz olmama sebep olurdu. Çalışmayıp sadece okula giden biri kadar kendime vakit ayıramasam da o kadar kötü durumda olduğumu düşünmüyorum. İşim programlı ilerlediği için belirli gün ve saatleri kendime ayırabiliyorum. Eğer daha programlı biri olsaydım daha fazla zaman ayırabilirdim; ama daha programsız ve spontane gelişen bir işim olsaydı şu ankinden bile daha az vakit ayırırdım. İş ve eğlence dengesini çoğu zaman kuramıyorum. Birini tam anlamıyla yaparsam illa ki diğeri eksik kalıyor. Bunda okulun da çok etkisi var; eğer okumuyor olsaydım ikisine de daha fazla vakit ayırırdım. Çoğu zaman işi tam anlamıyla yapmayı tercih ettiğim için eğlence genelde eksik kalıyor.

Defne Ayvaz – 21 – 4129 Grey 

          Şu an Özyeğin Üniversitesi’nde 4. sınıf İletişim Tasarımı öğrencisiyim. Yaklaşık 3 yıldır aralıklı olarak çalışıyorum. Grafik tasarım, web tasarım, UX/UI, fotoğraf çekimi, sosyal medya yönetimi gibi birçok işler yaptım. Şu an bu işlerin bazılırını freelance olarak devam ettiriyorum. Okul döneminde bu işlerle uğraşıyorum, yaz tatillerinde ise staj yapıyorum. Geçtiğimiz ay 4129 Grey’de staj yapma fırsatını buldum. Yazımı Sosyal Medya bölümünde blog yazıları yazarak, yeni içerik fikirleri düşünerek geçirdim. Gerçek bir ajans ortamını yaşadım diyebilirim. Bu işlerin dışında, arkadaşım Ekin ile bir ajans girişimine başladık. İkimiz de freelance olarak sosyal medya yönetimi ve içerik üretimi işleriyle uğraştığımız için, bunu daha kurumsal bir şekilde tek çatı altından yürütmek istedik. Şu an kurulumumuz, müşteri arayışlarımız, marka stratejilerimiz devam ediyor. Düşününce, yaptığım işler ne kadar fazla olsa da iş tempomdan memnunum. Aynı zamanda sporcu olduğum için zaman ayarlama konusunda problem yaşamıyorum; tüm işlerimi okulla birlikte götürebiliyorum. Kendimi geliştirmek, yeni şeyler öğrenmek ve tabii ki para kazanmak için çalışıyorum. Bu yüzden de çalışmadan duramıyorum, sıkılıyorum. Çalışmadığımda kendimi işe yaramaz hissediyorum, bu da hoşuma gitmiyor. 

Berkay Kullukçu – 23 – Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. 

           Koç Üniversitesi’nde son sınıf Makine Mühendisliği öğrencisiyim. Türk Havacılık ve Uzay Sanayii’nde staj yapmaya başlayalı iki hafta oldu. Bundan önce, bölümümle ilgili Türkiye’nin farklı illerinde farklı fabrika ve şirketlerde dönem dönem staj yaptım. Buna ek olarak özel ders, essay yazma, proje üretme gibi işlerle de uğraştım. Ara sıra proje üretim yarışmalarına veya mühendislik projelerine de katılıyorum. Bunların hepsi, hem yeni insanlarla tanışmama hem de kendimi sevdiğim alanda geliştirmeme ortam sağlıyor. 

İş tempom yoğun diyebilirim. Hem son sene dersleri hem de hocamla ortaklaşa çalıştığım projemiz var; başka şeyler de çıkıyor sürekli. Çalıştığım işi severek yaptığım için çalışmaktan memnunum ama bazen işler çok yığıldığı için uyumaya bile zaman bulamıyorum diyebilirim. Bu yüzden de çalışmasam daha mutlu olmazdım herhalde. Belki kısa bir süre için mutlu olurdum (biraz dinlenebileceğim için); ama sonra tekrar şimdiki düzenimi arardım. İş ile eğlence arasındaki dengeye gelirsek, bu dönem özellikle pek kuramaz hale geldim ama dönem bitimiyle bunun düzeleceğini umut ediyorum.  

Arkadaşlarımızın da dediklerinden anlayabileceğiniz gibi, herkes kafayı işle bozmuş durumda. Bir yandan, bir şeylerle uğraştığımız için, kendimizi bir işe yarıyormuş gibi hissettiğimiz için kendimizi iyi hissediyoruz; ama diğer yandan da inanılmaz yüklerin altında ezilmemeye çalışıyoruz. O yükü kabullenip şikayet etmemeye, daha da fazlasını istemeye koşullanmış gibiyiz. İş ve okul yükümüz yetmiyormuş gibi, diğer yaşıtlarımızdan bir hatta birkaç adım önde olmak, farkımızı işverenlere gösterebilmek için sürekli farklı eğitimler, maceralar, projeler peşindeyiz. Gözümüz doymuyor adeta! Böyle olması daha mı iyi yoksa daha mı kötü? Bi’ beş-on sene sonra tekrar konuşalım isterseniz!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks