Deneme

HİSTERİ

By

“İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylara bağlıdır gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, bir yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir anın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider – birden yeniden insanın kucağına geri döner. İşte o zaman insan ‘anımsıyorum…’ der…”

1.Mektup, 10.05.1996

Sevgili Esma,

Bana hiç yakıştıramayacağına emin olduğum büyük bir korkaklıkla, uzunca bir süredir yakınından bile geçmekten imtina ettiğim yerler vardı. Önceleri belki olur da karşıma bize dair tanıdık birkaç cümle çıkar diye, yakınlarına bile yaklaşamadığım, şu ucuz olduğu için sürekli orada yediğimiz ev yemekçisinin kapandığını öğrendim bugün. Beni bir görsen; oyuncağını kaybetmiş küçük bir kız çocuğu gibi odama kapanıp yok olan anılarımıza zırıl zırıl ağladım. Halbuki ben, o kıştan beri en çok onlardan kaçıp durmuyor muydum?

Ama galiba en başından beri böyle olacağını da içten içe biliyordum; bu kaçış pek uzun sürmedi. Esma, benim çoktandır ertelediğim geç kalmış bir yasım var. Dün gece, küçük bir dükkanla beraber kaybettiğim anılarımız için ağlarken aniden gelen ve uyumama izin vermeyen bir yüzleşme ve hatırlama isteğiyle evin içini arşınlayıp durmuşum (hatta bizimkileri de uykularından etmişim, bir güzel azar işittim). Sabahı zor ettim, kardeşim. Kaybımı yüzüme çarpmasına izin vermediğim için büyük bir inkarcılıkla varlığını dahi reddettiğim yerde, bir felaketin kurbanlarının acıyla yadedildiği anı müzesinin önünde buldum kendimi. Daha önce, olur da senin bir siluetine denk gelirim diye adımımı atmaktan ölümüne korktuğum; şimdiyse sabahın bir köründe koşa koşa geldiğim yerdi burası. Girişinde “çekilen ıstırabın acısını canlı tutmak için” yazılı bu yerde, orada takılıp kalmış olabilecek yasaklı anı kırıntılarının peşine düştüm; itinayla silinmişlerdi.

Geçmiş ve geleceğin kesintisiz devamlılığı içinde, parça parça yok edilmiş tarihlerin su yüzüne bölük pörçük çıkışına şahit oldum. Bir soykırımın kurbanı olan babalar ve oğullarının hikâyesinin anlatıldığı bu anıt mezardan farksız müzede, hayatının bir yanını toprağa vermiş kadınlardan yükselen ağıtları bir türlü işitmeyi başaramadım. Bedenimi bir köşesinden diğer bir köşesine taşırken geçmişin yalnızca bazı noktalarında yürüyor; kayıp kayıp, bir unutuş örtüsüne sarılmış heykellere bakıyordum. İlmek ilmek örülmüş şu resmi tarih yumağına da bir bak. Heykeli dikilmiş erkeklerimiz, kısa bir süre önce üzerinde hak iddia edilmiş toprağın sembolü olan kadınlarının üstünde siper olarak nasıl da devleşmiş ve kutsallaşmıştı. Onlar, bizim üstümüzde ve bizi eze eze göğe yükseliyordu. Bosna’nın şanlı erkekleri, kadın ve çocukları için mücadele eden bu heykel-kahramanlar, oradaki varlığıma şaşarcasına bana bakıyordu. Kulağa oldukça komik geleceğini biliyorum ama karşılarında durup bahtsız talihimizi hatırlarken gözyaşı dökmem gereken heykellerin önünde kendimi pek bir aşağılanmış hissettim. Vatan toprağı olarak gördükleri bedenime bakışlarındaki o kibri ne yaparsam yapayım aklımdan bir türlü atamıyorum. Ne kadar uzun süre o kendilerine minnet duymamı fısıldayan heykellerin önünde dikildim, anımsayamıyorum. Yalnız, bir ara, tanıdık bir ağıtın dizeleri kucağıma çalınır gibi oldu. Devleşmiş yapıların arasında yere çökmüş bir kadın heykeline bakarken, kayıp bir kimliğin anlık parıltısına bakıyordum. Pek tabii, bu, kollarındaki oğlan çocuğunu göğe uzatmış bir annenin heykeliydi.

Bu heykelin talihsiz benzerlerini, senin de çok iyi bildiğin o felaket döneminde kocaları ve oğullarını ‘namuslarını’ ve ‘onurlarını’ korumaları için savaşmaya çağıran posterlerde defalarca görmüştüm. Gazetelerin ilk sayfalarını dolduran fotoğraflardaki kadınlar, yüzlerinde gururlu bir ifadeyle ‘oğullarına’ ne için savaş verdiklerini ve ne için şehadete yürüdüklerini yeniden bağırıyordu. Önünde sonunda bu kadınlar, en yüce kadınlık duygularıyla, doğacak olan ‘vatandaşın’ ve bu topraklar için sorgusuzca kurban edilebilecek çocukların anneleriydi. Bir tasavvur ve bir inanç… Ortak acı ve mücadeleden oluşan birliğimizi torunlarımızın kafasına vura vura hatırlatmak için tüm ağırlığıyla konuşlanmıştı ve bu anıların tuhaf birikintisinde senin hikâyene yer yoktu Esma.

O müzede tamamen yok edilenin peşinde dolaşıp durduğumu fark ettim. Burası, sokaklarda dile getirilmeye cesaret edilemeyenleri yara yara kendini ferahlatmış ve kendi kayıplarının acısını kutsamakla meşgulken, şimdi biz yaşanmamış sayılan bir tarihin, varlığı reddedilmiş şahitleriyiz. Sahi Esma, kimlerin acıları hatırlanmaya değerdir? Sen bunu her zaman söylerdin, ‘tarih arşivcileri din adamlarından daha yücedir’. Biliyor musun? Her şeye rağmen, artık haklı çıkmandan nefret etmiyorum canım dostum. Tarihin kutsal kitaplarında hikâyelerimiz ayrı kitaplara yazılır ve bizimki de demir bir sandıkta hapistir; içinde ne bir destan ne de adına heykeller dikilmiş bir kahramanı vardır. Ve bu şehirdeki tüm bu müzeler, bu heykeller, bütün asaletleriyle işte böyle burada dikilir; her gece yeniden içinde hapsolduğum geçmişin şahitleridir de, asıl şahitlere sırtları dönüktür. Eski Yugoslavya savaşının hayaletsi ve kalıcı sis duygusunun içinde, susturulmuş acı yasımız kokar Bosna ve ben her gün onu derin derin içime çekerim.

Koca gözlerinden öperim, canım kardeşim…

2.Mektup, 07.05.2001

Canım Kardeşim,

Bir ordunun silahı yalnızca şu tüfekler ve bombalar mıdır? Anlatılamamış acı bir hikâyemiz var. Bedeni bir fetih sembolü olan kadınların hikâyesi. Bu toplumun üreticileri, çocuklarına ‘bizim’ yolumuzu öğretip gösterecek birulusun anneleri olarakkadınlarımızın savaşta pek ‘mühim’ görevleri vardır; erkeklerinin yüce kalplerinin koruyucusu olmak ve cephe gerisinde onların gönüllerini hoş tutmak gibi… Üzerlerinden bir güç ve tahakküm savaşı sürdürülür; fethetmek ve defetmek için eller onların bedenlerine çoktan zorbaca uzanmıştır. Düşman askerler için kadınlarımız, işgal edilen anavatandır. Ulusumuzun kahraman erkekleri içinse onlar, bir daha dönüp bakmaya cesaret edemedikleri kaybettikleri bir vatan ve namustan başka hiçbir şey değildir. Ah, zavallı babalar, eşler ve oğullar! Koruyamadıkları namuslarına bakıp her gün nasıl da küçük düştüklerini düşünür dururlar. O kadınlar, en azından, belki biraz olsun sussalardı

Geçmişi geçmişte bırakma romantizminden payını almaması gereken şeyler vardır ve acı dolu geçmiş henüz geçmemiştir; sıra halinde devam eden bir zaman diliminde değil de geçmiş ve şimdinin bir arada olduğu tutkallaşmış bir zamanda kadınlarımız dolaşır dururlar. Canım dostum, senin de uzun süredir bildiğin gibi ‘felaket’ gelişigüzel kullanabileceğimiz sıradan bir ad değil. Benim insanlarım, ona yaklaşmak şöyle dursun, kadınların yaşadığı bu felaketin üstüne bir utanç perdesi örtüverdiler. Onlardan, ölene dek konuşulmaması beklenen bir felaketi sineye çekmesini beklediler. Eski, kötü bir deneyimin hayaletini yeniden gün yüzüne çıkartmamaları ve olmuş bitmiş şeyleri abartmamaları için de sıkı sıkı tembihlendiler. Abartı… Bir gün tüm bu zırvalardan tepem atmış bir halde seni ziyarete geldiğimde, biraz yakınımda komşumuzun bana baktığını gördüm ve ona mezar taşını göstererek “Bak!” dedim, “Esma Bajramović, 95 kışında abartıdan öldü.” Zavallı adam, sinirimi ondan çıkartmıştım ve o da büyük ihtimalle benim aklımı yitirdiğimi düşünmüştü. Açıkçası bunu biraz bile kafama takmıyorum, nasılsa biz uzun bir süredir Davud’un histerik kızlarıydık ve abartılı tepkiler veriyorduk.

Babalarımız ve büyükbabalarımız da savaşa gitti, bazıları öldü ve bazıları da görevini yaptıktan sonra evlerine geri döndüler. Dökülen onca kanın ve hunharlıkların arasında bu çok daha az kanlıydı ve hayatta kaldıklarına şükredeceklerine yaşadıkları belli olayları abartıyorlardı bu kadınlar. Anlayacağın, bizim acımızı hiç de acıdan saymadılar Esma. Şimdi tekrar düşünüyorum da, geçmişe kalın bir çizgi çekme düşüncesi bile bana beline kadar buz gibi soğuk suya batmış gibi hissettiriyor. Ama insan işte, alt üst olmuş onca şeyin arasında umut edecek bir şeyler buluyor yine de kendine. Bir umudun yeşerişine şahit oluyoruz bir süredir. Kısa bir süre önce Siyahlı Kadınların ‘yüzleşme’talepleriyle çalkalanmaya başladı Bosna sokakları. Öncesinde her bir köşesine kasvet işlenmiş bu sokaklarda kadınların birbirine sessiz bir umutla bakmaya başladığını gördüm. Yorgun ulusum neler olduğunu duymak istemedi ve yoluna devam etmek için kulaklarına bantlar çekti; Siyahlı Kadınlar ise her sokak arasında belirip yollarına devam edemeyen bizler adına, cinsel şiddete maruz kalıp susturulan kadınlar adına, onlardan duyma cesareti talep ediyordu. Milošević’in tanık sandalyesine oturtulmasına az kaldığı haberleri de  kucağımıza gelince, iyiden iyiye ‘ümit etmeye’ başlamıştım.

O günlerden birinde -bizim ufaklığa kışlık birkaç parça kıyafet almaya gitmeden hemen önce- Munira’nın yanına uğradım. Onun yanına gizli gizli gitmek zorunda kalmak öyle bir zoruma gidiyor ki, içimdeki babama karşı biriken öfkeyi görsen şaşar kalırdın. Hazır her şey yavaş yavaş normale dönüyorken, geçmişin huzursuz hortlakları olan bu kadınların amacı da neymiş ve biz de onlara olan sempatimizi hemen kafamızdan defetmeliymişiz. Babamın ablama ve bana, kimsenin gerçekten duymak istemediği şeylerden söz ettiğimiz için bariz bir tahammülsüzlüğü var şu aralar ve bir gardiyan gibi kapının önünde dikilip bizi gözlüyor. Bir şekilde Munira’nın yanına kendimi atabildiğimde, çocuğuyla beraber utanç duvarlarının içine hapsedilmiş bu genç kadında ilerlemenin nostaljik bir şekilde geride kaldığını gördüm. Kulaklarımda hala o gün söylediği “bütün gücümle vurdum, hiçbir işe yaramadı, karnım büyüdü” diyişi… Munira, ailesinin utancı, onların içindeki bir düşmandı ve zamanında kendi içinde de bir düşman taşıyıp; onu doğurmuştu. Bu toplumun ‘lekeleri’, bir hezimetin simgesi kadınlar kendilerine yüz çevirmeye zorlanmış ve kendi travmalarıyla baş başa bırakılmıştı. Ve uzun süredir beklediğimiz o mahkeme gününde, bu ‘lekelenmiş’ kadınların tanıklığının reddedildiğini sana yazmak zorundayım. Okuduklarımıza göre, dünyanın en büyük ucube tiyatrosu orada sergilenmiş. Kadınların yaşadıkları cinsel zulüm ‘etnik bir kıyımın’ getirileri ve savaşın normal bir unsuru olarak o salonun içinde silinip gitmiş. Zaten, ‘böyle konular’ da mahkemenin sınırlarını maalesef aşarmış; bunu da üzülerek dile getirdiklerini araya sıkıştırıvermişler. Kadınlar tecavüzden konuşmaya cüret etmiş ancak devletlerin bilmiş adamlarına seslerini bir türlü ulaştıramamışlardı.

Biliyor musun, bu politik saçmalıklara tahammül edecek tek bir canım daha kalmadı, birini çoktan seninle birlikte toprağa verdim. Onların kendi ölümünü, tecavüzünü, kıyıma uğradığını kanıtlamaya çalışan bir oyuna itildiğini bugün tekrar anladım. Bu sessiz ve eşitsiz diyalogda kaybeden taraf biz olduk ve adı konulmamış bir savaşın mağdurları olarak orada yeniden kurbanlaştırıldık. Evimin hemen önünde, elinde bir gazete parçasıyla genç bir kadın yere çökmüş “Slobodan Milošević bizi yeniden öldürdü” diye ağlıyordu. Yüzünü kendime döndürdüm. Yemin ederim gözleri senin gözlerindi Esma. Ben yine şimdi, cennetin yedi katı birden yıkılsın istiyorum. Allah’ın kendisi kadar uzun süre yaşamak zorunda kalsam bile unutmayacağım.

Esma, hasretle…

3.Mektup, 10.05.2015

Esma’m, Canım,

Bugün kadınlarımız kırkına bastı ve onlara inanmaları tam yirmi yıllarını aldı; sen ise yirmi yaşının ortasında, çoktan yaşlanmış ruhlarımızın arasında salına salına dolaşıyordun, kimse beni bunun aksine inandıramaz. Yasımızın siyahı bugün, ona kavuşabilmek için bir mücadele tarihi yazılmış kadın mahkemesinde, ‘ilan edilmemiş’ bu savaşın acılarının unutulmasına karşı bütün salonu doldurmuştu. Tam yirmi yıl boyunca, ‘unutma şiddetine’ karşı her köşede eski Yugoslavya’nın kadınlarının adalet talebini işittik. Priştine, Bosna ve Belgrad’ın sokakları şahittir bu sese. Biz şimdi kendi reddedilmiş tarihimizi bu mekanda yeniden yazıyorduk. Ne de olsa vahşet, gömülmeyi reddeder. Eğer tarih onları bozmak, değiştirmek ve hamur gibi yoğurup taşlaştırmak amacıyla hikayeler anlatıyor olmasaydı, zor geçmişi ilan edip derinleştirmek; tarihin dışında bırakılmışlar olarak ona dahil olmanın yollarını bulmak gibi bir gaye için nefes tüketmezdik.

Tam dört gün dört gece boyunca, susturulmuş onca şeyin mahkemede dile getirilebilmesi için burada birbirimize destek olup; birbirimizi hazırladık. Şimdi bizler, yaşanmışlıklarla kurduğu ilişkiyi dillendirmeye hazır yeni insanlar olarak, kendi hafızalarımızla başkaldırıyorduk. Tanıklıkları süresince hepimiz, sahnede bir arada ve birbirimize güç vererek, tarihin kendisinden kopmuş deneyimlerimizi ona iade ettik. Bu küçük konferans salonunun içinden yükselen sesler, üstesinden gelinmemiş bir geçmişin gölgeleriyle hesaplaşma, duygusal bir iyileşme ve adalet çağrısıydı. Devlet ve kurumları, teker teker ifşalandı. Bir zamanlar başkasının kendi bedeninde açtığı yarayı konuşması yasaklanan kadınlar, bizler, sürekli bir dehşet gediğinin girdabında döner dururduk; kurtuluşu da kaçınılmaz olarak bir an için bu anıları canlandıran bir ‘sözde’ bulmuştuk. Acının dile getirilmesinin kurtuluş anlamına gelebilecek bir değeri vardırderler. Geçmişin hâkimiyetinden kurtulmak için o söz kilidinin kırılacağı gün, bugündüKendi hikâyelerimizi kendi dilimizden, torunlarımız ve onların torunlarına anlatmak için orada hazır durmuş; yaralarımıza bakabilme ve iyileştirmeye çalışma cesaretini göstermiştik. Geleceği tahayyül ederek şu an varolmak için şimdiki zamana baktık; geçmişle tekrara düşmemek için işaret parmaklarımızı ona yöneltmiştik. Faillerin isimleri, toprağı kendi işlediği suçtan temizlemek isteyen suçlunun bedel olarak çekmesi gereken ceza için, yüksek sesle getiriliyordu. Genellikle kapı komşularımız olan bu işkencecilerin adlarını haykırmak ve bunun işitilmesi, toplumsal bir yüzleşme için bir kırılış olacaktı -en azından biz öyle olmasını ummuştuk-.

Bizlerin hikâyeleri burada, suça maruz kalanlarımızı tekrar mağdur etmeden, birbirine karıştı. Ödeşmenin imkansızlığını kabullenmek nasıl da zormuş ve ne kadar da uzun bir hayat gerektiriyormuş. Bugün burada acılarımızın tanınmasıyla dondurulmuş-katı yas çözüldü; zaman sanki yirmi yıl sonra yeniden akmaya başlamıştı Esma. Yükselen onlarca hayat hikâyesiyle, geçmişin ‘mağdurlarının’ dönüşümün aktörleri oluşunu izledim. Acının başka bir gelecek için eyleme dönüşümüne, tanıklıkların, kişisel anlatıların ve hikâyelerinin gücüne şahit oldum. Çünkü umut insanlar hatırladığında yaşar ve çöller bile çiçeklenebilir. Çocukluluğundan mahrum edilmiş ancak bugününün ve geleceğinin gitmesine izin vermeme umuduyla bizler, utanç ve suçluluğu direnmeye dönüştürdük. Ve en güzeli de, ölüler bile payını alır bu direnişten.

Mahkeme çıkışında, kadınlarımızın kıyafetlerinin asılı durduğu yere elimde o günden kalma kırmızı elbisenle gittim. Bu kıyafetler, orada durup geçmişin hikâyelerini anlatıp yeni bir öykü doğururken geleceğe yüzlerini çevirdiler. 1995 kışından bu yana, kırmızı elbisenin gitmesine izin vermemiştim; bugün gitmesine izin verdim. Esma, canım kardeşim, kızım, senin hikâyen bir utanç ve aşağılanmanın değil; aksine, bir direniş ve erdemin hikâyesidir. Sessiz bir söz veriş olarak, çekinmeden ve cesurca Bosna sokaklarında dolaşır.

Hiç dinmeyecek bir özlemle…

Kaynakça

Art and Activism: Speaking Out on Sexual Violence During the War in Kosovo. (2016, April 13). New York University: https://www.youtube.com/watch?v=PWwXbmh5Gpk adresinden alındı

Guisto, A. D. (2019). Srebrenica and the gender narratives of the genocide. S. N. Meral Akkent içinde, Feminist Pedagoji: Müzeler, Hafıza Mekanları ve Hatırlama Pratikleri (s. 110-119). İstanbul, Türkiye: İstos.

Halbwachs, M. (2018). Tarihi Bellek ve Kolektif Bellek. Kolektif Bellek (Z. Karagöz, Çev., s. 63-109). içinde İstanbul, Türkiye: Pinhan Yayıncılık.

Herman, J. (2007). İyileşmenin Evreleri. Travma ve İyileşme (T. Tosun, Çev., s. 167-269). içinde İstanbul, Türkiye: Literatür Yayınları.

Jacobs, J. (2017). The Memorial at Srebrenica: Gender and the Social Meanings of Collective Memory in Bosnia-Herzegovina. Memory Studies, 4(10), 423-439.

Korac, M. (1993). Serbian Nationalism: Nationalism of My Own People. Feminist Review, (45), 108-112.

Korac, M. (2004). War, Flight, and Exile: Gendered Violence among Refugee Women from Post-Yugoslav States. J. H. Wenona Giles, & G. a. Zones (Dü.) içinde, Sites of Violence (s. 249-272). University of California Press.

Krasniqi, V. (2007). Imagery, Gender and Power: The Politics of Representation in Post-War Kosova. Feminist Review, (86), 1-23.

Nichanian, M. (2011). Yas ve Barışma. Edebiyat ve Felaket (A. Sönmezay, Çev., s. 181-205). içinde İstanbul, Türkiye: İletişim Yayınları.

Nietzsche, F. (2005). Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine (N. Bozkurt, Çev., s. 37). içinde İstanbul, Türkiye: Say Yayınları

Sancar, M. (2007). Geçmişle Hesaplaşmanın Genel Teorisi. Geçmişle Hesaplaşma:

Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne (s. 25-155). içinde İstanbul, Türkiye: İletişim Yayınları.

Nora, P. (2006). Hafıza ile Tarih Arasında: Mekanlar Sorunsalı. Hafıza Mekanları (M.

E. Özcan, Çev., s. 17-39). içinde Ankara, Türkiye: Dost Kitabevi Yayınları.

Todorova, Teodora (2011). ‘Giving Memory a Future’: Confronting the Legacy of Mass Rape in Post-con ict Bosnia-Herzegovina. Journal of International Women’s Studies, 12(2), 3-15.


Zajović, S. (2006). Always Disobedient (s. 31-82). içinde Beograd: Žene u crnom.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks