Öykü

HASAN

By

 

İsimsiz köyün bozkırlarında zayıf bir çocuk doğdu. İlk 5 yıllık hayatında kuzuları kovalamış, deredeki kurbağalarla oynamıştı. 10 yaşına kadar tarlada annesine yardım etmiş, 14 yaşından itibaren çevre köylerde ne bulduysa çalışmaya gitmişti. Şimdi 17 yaşında, cılız mı cılız, kara mı kara, gözleri boncuk mu boncuk olan bu çocuğun, doyurulmasına yardım etmesi gereken ikisi kız üçü erkek, beş kardeşi vardı. Ona bu sorumluluğu aldırtan en büyükleri olmasının yanısıra, babasının küçüklüğünden beri tüm yükü omuzlarına bırakmış olmasıydı. O da bu sorumluluğun altında dik durmaya çalışarak küçük yaştan itibaren ailesi için koşturmuş, para kazanabilmek için didinmişti. Artık büyüdüğü için uzaklara gidip para kazanabilirdi. O da İstanbul’a gitti. Kokusunu bildiği topraklardan ayrılıp da egzoz bulutuna düştüğü zaman cılız bedeni, tamamen savunmasız ve evinden uzakta oluşu göğsünde bir çarpıntıya neden oldu.

 

Soğuk betonun dokusuna henüz alışamamışken ayakları, adım adım iş sormaya başladı. Hasan’a Eminönü’ne git dediler, o da gitti. Arşınladığı yüzlerce kalabalık sokaklardan bir tanesinin köşesindeki dükkâna bir ilan asılmıştı. Hasan aldı ilanı camdan, içeri girdi. Ortalık loştu. Tozların ve kumaşların verdiği yoğun koku içeriye ilk girdiği andan itibaren ciğerleri esir ediyordu. Dükkanın sol tarafına kilo kilo kumaşlar yığılmış, hemen girişin karşısına da ufak bir masa koyulmuştu. Masada saçları koyu kestane, düzgün giyimli, 60’larında bir adam oturuyordu.

‘’Ben yaparım abi.’’ dedi Hasan

Adam Hasan’ın girdiğini farketmemiş, bir an afallamıştı.

‘’Ne yaparsın oğlıım?’’

Hasan elindeki kağıdı uzatarak, ‘’Ne olursa.’’ dedi.

Böyle anlarda herkes bu kadar şanslı olmaz biliriz, ama bir nedenden ötürü kumaş zengini Ruben Levi Hasan’ı sevmiş ve zaten hamallık yapacak birini aradığından ona iş vermişti. Hasan’ın kalacak yeri yoktu. Bu yüzden geçici olarak dükkanın üst katındaki ufak depoda uyuyabileceğini söyledi. Hasan her ne kadar cesaretli ve atılgan olsa da ailesinden ilk defa ayrılmanın ve tamamen bilmediği bir yerde olmanın korkusunu yaşıyordu. Ailesiyle aynı odada yatmaya alışmış, buranın kasvetli ortamı içini ürpertmişti. Saatler geçtikçe Hasan’ın korkuları artmaya başlamış, bedeni zayıf bir kağıt parçası gibi büzüşmeye, küçülmeye başlamıştı. Tek başına koca şehirde tek başına tutunmaya çalışıyordu. Babasının ona ‘’Çalış!’’ diyen hayali sanki dükkanın tozlarında vucüt bulmuş, bir girdap gibi nefesini kesiyordu. Duyduğu her sesi bir babasının ayak seslerine benzetiyor, korkusu zayıf bedenini zangır zangır titretiyordu. Bedeni sonbaharın titrettiği kuru yapraklar gibi tir tir titremeye başladı. İçi korku doldu, bedeni kaskatı kesildi. Hasan içinde bulunduğu buhranın etkisiyle o gece bir sara krizi geçirdi.

 

 

Zamanının çoğunu kendini işine vererek ama içten içe uyuşmuş hissederek geçirdi Hasan. Bedeninde ve zihninde hep bi ağırlık vardı. Çalışkan ve azimliydi ama bir o kadar da kapalı bir kutu kadar katı ve gizemliydi. Tüm bu süreç boyunca her ne kadar yuvasına özlem duysa da, evinin olduğu yerde babası, babasının olduğu yerde baskı vardı. Henüz başkaldıracak cesarete erişememiş, bundan kaçmak için uzaklarda olmanın gerektiği kanısına varmıştı. Buraya gelişi bile bir baskıya rağmen olsa da, büyük şehir yeni bir hayat demekti. O da bu şansı lehine çevirecek, hem parasını kazanıp ailesine gönderecek hem de burada geçinmenin bir yolunu bulacaktı. Her geçen gün buradaki düzenine alışıyordu Hasan. Çalışkanlığı ve azmiyle Ruben Levi’yi oldukça etkilemişti. Kendisi ona babacan davranıyor, ilgi gösteriyordu. Ruben Levi’nin hiç çocuğu olmamasından, aile özlemi çektiğinden midir bilinmez ama Hasan’ı bağrına basmıştı. Tabi bunda Hasan’ın duygu dolu, iyi niyetli bir çocuk oluşunun büyük etkisi vardı. Hasan bir dediğini iki etmiyor, ne iş varsa koşturuyordu.

‘’Hasan sen çalışkan ve iyi yürekli bir çocuksun. Sana işimi öğreteyim, artık hamallık yapmayı bırakır işi öğrendikçe mali işleri sen halletmeye başlarsın.’’ dedi Ruben Levi

Hasan kendi yağında kavrulmaya alışmış, daha fazlası sunulunca bir anda afallamıştı. Bu noktada belirtmemiz gereken önemli bir nokta var; Ruben Levi uzun zamandır hasta olduğu için öldüğünde tüm mülkünü hayır kurumlarına bağışlamayı düşünüyordu. Fakat Hasan’ı tanıdıktan sonra onun ailesi için verdiği mücadeleden oldukça etkilenmiş ve iyi bir yaşam kurabilmesi için ona destek olmak istemişti.

‘’Yani ben diyorum ki; sana işimi öğreteyim ve işi sana bırakayım. Benden sonra dükkanı sen idare et.’’

Hasan bu kadarını beklemiyordu. Babasının kabul etmesini isteyen sesi beyninde yankılanmaya başladı. Şimdi burada olsa Ruben Levi’nin daha ilk lafına atlar.

‘’Ağam paşam Allah razı olsun senden, Allah ne muradın varsa versin senin ver elini ayağını öpeyim ağam, ağam paşam uzun ömrün olsun ağam!’’ diyerek yaltaklanırdı.

Sırf bu senaryo, içinde bulunduğu durumdan tiksinmesine neden oldu. Ömrü boyunca babasının baskıları ve dikteleriyle hareket etmiş, boğazına giren her lokmanın onayını o vermişti. Babasının bu duruma şevkle atlayacağını, yararlanacağını biliyor olmak midesini bulandırıyordu. Boğazı düğümlenmiş, göz yaşları yanaklarından akarken hışımla Ruben Levi’ye döndü. Bakışlarındaki nefret Ruben Levi’ye değildi belki ama her ne kadar uzaklarda olursa olsun duygularının babasının boyunduruğu altında olduğunu görmek, ona yaşamındaki her şeyden nefret etme hakkını veriyordu.

 

 Ruben Levi Hasan’ın davranışın sebebini az da olsa seziyor, üstüne gitmiyordu. Hasan aynı çalışkanlığıyla işine devam etti. Her geçen gün bulunduğu topraklara olan aidiyetini sorguluyor, çalışmaktan başka bir hayatı olmamasına içerliyordu. Ailesini özlemişti, yuvasını özlemişti. Babası olmasa annesi ve kardeşleriyle yaşayacağı, karnını doyurmak için çalışacağı, bahçesindeki incir ağacının gölgesine uzanacağı yaşamını hayal ediyordu. Şimdi arada kalmış, ne yapacağını bilemez bir haldeydi.

Günlerden bir gün, Hasan’a bir haber geldi.

‘’Kardeşin Fırat’ta boğulmuş Hasan. Anan köyde seni bekler.’’

Hasan neyi var neyi yoksa ufak bir bohça yaptığı gibi yola koyuldu. Kavuşmanın hayalini kurduğu ailesine ve yuvasına gidiş nedeni, kendi canından kanından kardeşinin ölümü olmasaydı eğer Hasan özleminden yerinde duramazdı, ama şimdi aylar önce arşınlamadığı bu yolların her kilometresine küfürler sığdırıyordu. 

 

Hasan köyüne vardığında babasını bahçelerindeki incir ağacının altında otururken buldu. İçinde çok şey biriktirmişti, hafiften esen meltem tenine her dokunuşunda öfkesini gıdıklıyor, babasına doğru attığı her adımda daha çok nefret doluyordu. Bu yaşın getirileri miydi bunlar? Tüm bu hayat mücadelesi, her şeyin üst üste gelmesi, öfkesi… Çocukluğundan itibaren yanlış mı büyümüştü, yanlış mı olgunlaştırmıştı kendini? 17 yılını dinleyerek, içine atarak geçirmiş; bir kez olsun hislerini dökmemişti şu toprağa. Kusmamıştı gözyaşlarını babasına. ‘’Bak baba sen yanlışsın!’’ dememişti. Ona ne denildiyse kabul etmişti. Babası yüzünden uzaklara gitmiş ve üstüne kardeşini kaybetmişti. Şimdi verdiği kayıplar ve tüm kazançlarla evinden uzak olduğu her dakika Hasan kendini dinlemiş, kendine konuşmuştu. Artık büyümüştü. Söyleyeceği tonlarca kelime zihninden geçiyordu ama ayakları babasının ayaklarına bir adım kala tek söylediği ‘’Artık ne toprağımsın ne babam!’’ oldu.

İncir ağacının yapraklarından bir rüzgar geçti. Babasının gözlerinden bir damla yaş ve Hasan’ın bir cümlesinden tonlarca öfke. Her aklın kendi yolunu seçeceği, baskı kuranın tahakkümünden kurtulacağı bir an vardı ya, Hasan tam da o anı yaşıyordu. İçinden isyan etmek yıllarca öfkesini damıtmasına yardımcı olsa da, şimdi ilk defa, hayatında ilk defa zihni baskılardan sıyrılmış ve kalbi özgürleşmiş hissediyordu. Babası tek bir kelime etmedi. Söyleyecek sözü olmadığından değil, konuşacak olsa her zamanki haliyle yüzlerce kelime savurur, kükrer ve Hasan’ı sindirmeye çalışırdı. O da hayatında ilk defa dinlemeyi seçti ve sustu. İki saniyelik bir bakışmanın bu kadar şey anlatabileceğini biz de tahayyül edemezdik ama o andan sonra bir şeylerin farklı olacağı kesindi…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks