Deneme

BİR PENCERE YETER BANA

By

Su damlası sesleri ve fısıltılar arasındaki karanlık sahnenin ortasında, bir musalla taşı üzerinde yatıyor Furuğ Ferruhzad. Zaman “tik tak” akıyor ve sonunda ışıklar açıldığında karanlık salondan ona bakan onlarca insana sesleniyor Furuğ: “İki gündür toprağa verilmeyi bekliyorum”. Berfin Zenderlioğlu’nun yönettiği, Şebnem İşigüzel’in metnini yazdığı ve Nazan Kesal’ın tek başına rol aldığı oyun “Yaralarım Aşktandır”, ölen bir kadının, dahası bir kadın şairin, Araf’taki huzursuz bekleyişiyle başlıyor. Şairin çarpıcı yaşam öyküsüne bir kapı aralayan oyunda, Farsçadan çevrilmiş şiirlerinden bir seçki de seslendiriliyor. Oyunun temasına rehberlik eden bu şiirler, yoğun duygularla beraber bir soru işaretini de beraberinde getiriyor. Bir kadın, nasıl 1950’ler 1960’lar İran’ında erkeğe ithafen şiir yazabilir? Nasıl yazabildiğinin kesin bir cevabı olmasa da Furuğ bunu başarır. Rıza Şah döneminin değişen İran’ında, kendi cinsine ve karakterine karşıt bir coğrafyada, cesurca kendi yolundan gider ve aşkı seçer. Aşk, şiiridir.

kimse beni

güneşle tanıştırmayacak

kimse beni serçelerin konukluğuna götürmeyecek

uçmayı anımsa

kuş ölümlüdür

(Kuş Ölümlüdür şiirinden)

Furuğ Ferruhzad 1935 yılında Tahran’da doğar. Kadınların da dahil olduğu bir çoğunluğun boyun eğdiği ataerkil düzenden hem hayatının hem de sanatının ilk yıllarında kurtulamaz. Bu düzenin kökleri, toplumun üstünde konumlanmış politik yapıyla kalmayıp Furuğ’nun aile yapısına kadar uzanır. Rıza Şah Pehlevi döneminin (1925-1941) reformları aslında milliyetçi ve merkeziyetçi bir yapı kurmayı ve ülkeyi kalkındırmayı amaçlasa da toplumu baskı altında tutar. 1921’de İran, dağılmanın eşiğinde ve harap durumdadır. Bir asker olarak üsleri tarafından da çok saygı duyulan Rıza Pehlevi, 21 Şubat 1921’de Tahran’ı işgal eden 1200 askerin başındadır. Darbeden birkaç hafta sonra ordunun başına getirilir. 1925’te Rıza Pehlevi, hastalığı sebebiyle Avrupa’da uzun süre tedavi gören Ahmet Şah’ın yokluğunda, meclis çoğunluğu tarafından Şah ilan edilir. Egemenlik Pehlevi hanedanına geçer.

Tahta geçtikten sonra Rıza Şah’ın asıl amacı, İran’ı ekonomik ve sosyokültürel açıdan modernize etmek ve özellikle Britanya ve Rusya dış baskısından kurtarmaktır. İran’ın ilk üniversitesi olan Tahran Üniversitesini açmak, Trans-İran Demiryolunu inşa etmek, demokrasiye adım atmak ve ülkeyi ekonomik anlamda yabancı etkilerden kurtarmak gibi pek çok olumlu ilerleme kaydeder. Ancak yönetim biçiminin monarşik ve ataerkil özelliği modernleşmeyi tepeden inme bir batılılaşma çabasına dönüştürür. Reformlar ülkede köklü değişikliklere neden olacağı yerde halkın üstünde baskı kurar. Örneğin, Rıza Şah 1935 yılında “Keşf-i Hicab”ı getirir. Bu, batılı tarzda giyinmeyi mecbur kılan bir reformdur. Bu reformla kadının, halka açık alanda başörtüsü ve peçe takması yasaklanır. Bu giyim tarzına uymayan kadınlar veya bunu protesto eden muhafazakar kesim, kırbaçlanmaya varan eziyetlere maruz kalır. Kontrolün şehirlere göre daha serbest olduğu kırsal kesimlerde ise gelenekleri sebebiyle bu reforma uymak istemeyen kadınlar eve kapanırlar. Bu ani ve baskıcı reform sistemi, henüz hazır olmayan halkı modern dünyaya taşımadığı gibi ciddi tepkilere de sebep olur.

Bir yanda halkın giyimi ile ilgili “modernleşmeyi” öngören rejim diğer yanda aydın ve yazarları tutuklatır. 20. yüzyılın başlarından itibaren İran’daki aydınların sayısında bir artış gözlemlenir. Bu artışın temel sebebi üniversite ve yüksek eğitim kurumları sayısındaki artıştır. Yüksek eğitim gören kişiler siyasileşir. Ailecilik yerini bireyciliğe ve bazı durumlarda sınıf bilincine bırakır. Bu aydınlanma dönemi edebiyatta da kendini gösterir. Klasik İran edebiyatını reddeden bazı edebiyatçılar milliyetçilik, meşrutiyet ve laiklik esasları doğrultusunda modernleşir. Toplum eleştirisine yönelenler de olur. Fakat aydın kesimin modernleşmesi, monarşinin istediği istikamette değildir; bu nedenle cezalandırılırlar. Komünist partilerin kurulması yasaklandığı gibi ilkelerini benimseyen pek çok insan da sol partilerle ilişkileri oldukları gerekçesiyle tutuklanır. Hatta bazıları Şah’ın zindanlarında ölürler. Bu çelişkili yapılanma 1970’lerde gelecek olan İslam Devrimi’nin öncü sarsıntılarıdır.

Rıza Şah’ın önem verdiği yapılanmalardan bir diğeri de ordudur. İç ve dış tehditlere karşı güçlü bir ordu kurma yolunda ilerler. Ordudaki asker sayısı yaklaşık 20 senede üç katına çıkarak 127 bine ulaşır. Furuğ’nun babası Muhammed Ferruhzad da bu orduda albaydır. Rıza Şah’a ve ideallerine büyük bir hayranlık besler. Bu baskıcı rejimin bir başka boyuttaki yansıması onda da görülür. Askeri disiplinini babalığıyla birleştiren Muhammed Ferruhzad, ailede kimseye nefes aldırmaz. Özellikle de evin kadınlarına. Hem ataerkil gelenek ve söylemlerin hakim olduğu bir toplumda hem de askeri bir disiplin altında yetişen Furuğ için özgürlüğe ulaşmak iki kat daha güçtür.

kurma bebekler gibi olabilir insan.

camdan boncuk iki gözle kendi dünyasını gören

kadife bir kutu içinde

saman dolu bir gövdeyle

yıllarca tül ve boncuk ortasında uyuyabilir

tüm hercai ellerin her baskısıyla

nedensiz haykırabilir:

“ah, ben pek mutluyum”

(Kurma Bebek şiirinden)

Tahran’ın merkezinde ikamet etmelerine rağmen çocuklar, apolitik bir atmosferde yetişirler; evde gördükleri askeri disiplin sebebiyle dışarısı ile bağlantıları kesilmiştir. Yakınlarında cereyan eden siyasi ve sosyal olayların farkında olmazlar. Coğrafyanın ve ailesinin bütün bu kısıtlamalara rağmen yıllar sonra İbrahim Gülistan’a bir mektubunda şöyle yazar Furuğ: Ben bizim Tahran’ı seviyorum, ne olursa olsun, olsun. Ben seviyorum onu ve sadece orada varlığım yaşamak için bir hedef buluyor. Ben o uyuşturan güneşi, o ağır gün batımlarını ve o toprak sokakları ve o zavallı, mutsuz, içten pazarlıklı ve çürümüş halkı seviyorum.

Furuğ babaevinin bu baskıcı karanlığından kurtulmak ister ve ilk kez aşık olur: kuzeni Perviz Şapur’a. Henüz 16 yaşında olmasına rağmen ailesinin uyarılarına kulak asmaz ve 32 yaşındaki Şapur ile evlenir. Şapur “karikatür” ve “kelime” karışımından “kariklamatür” adını verdiği bir mizah türü üretmektedir. Basında bu dalda ün kazanır ve sanat çevresiyle yakınlaşır. Bu nedenle gelecekte Furuğ ile yaşadıkları çatışmada basın onun tarafını alır. Furuğ, evliliğin ilk aylarında özgürlüğe bir adım attığını düşünse de aslında kocaevi de babaevinin bir devamıdır. Evliliklerinde bir sene sonra 1952’de Furuğ ilk şiir kitabını yayınlar: Tutsak. Bir sene sonra oğlu Kamiyar dünyaya gelir. Oğulları henüz bir yaşındayken boşanırlar. Kamiyar’ın velayeti kanunen babada kalır.

Yaşadığı bu ayrılıktan sonra Furuğ, şiir yazabilmek için erkeklerin dünyasından dışarı adım atar. Bir kadının erkeğe şiir yazması, dönemin coğrafyasında dikte edilenin tam tersidir. Fakat Furuğ, aşık olduğu veya cinsel ilişki yaşadığı erkeği şiirinin konusu yapar. Bu “ahlakdışı” sanat, Furuğ için iki önemli sonuç doğurur: Şapur’un ona sunduğu ikilem ve dönemin ucuz dergilerinde magazinsel bir habere dönüşmek. Perviz Şapur’un ona sunduğu iki seçenek ya şiiri bırakması ya da çocuğundan vazgeçmesidir. Bu çıkmazın iki ucu da kayıp demektir.

şayet bir gün, ey gökyüzü

kanatlanırsam bu sessiz evden

ağlayan çocuğa nasıl söylerim

tutsak bir kuşum vazgeç benden

bir mumum. canımın alazıyla

harabeleri aydınlatırım

sönüklüğü seçersem eğer

bir yuvayı yıkıp dağıtırım

(Tutsak şiirinden)

O dönemin niteliksiz haftalık dergileri, siyasi sorunları konu etmek veya özgür düşünceyi desteklemek yerine tirajlarını artırmayı hedeflerler. Bu nedenle genel okuyucu kitlesine hitap ederler. Furuğ’nun şiirlerine büyük ilgi göstermelerinin temel sebebi de şiirlerindeki aşk ve cinselliği magazinsel bir habere dönüştürmek istemeleridir. Öyle ki Furuğ’nun özel yaşamı ve dolayısıyla “nasıl bir kadın olduğu” yargılayıcı bir çerçevede okuyucuya sunulur. Furuğ bu hızlı şöhretten yorgun düşse de yazmaya ve daha da önemlisi aşkı yazmaya devam eder. Bir bakıma, aşkının içinde aşk anlatır. Çok gençken başladığı şiir, 1958 yılında İbrahim Gülistan ile (Golestan diye de yazılır) tanışmasıyla farklı bir boyuta ulaşır. İbrahim Gülistan, Tahran’da bir film stüdyosuna sahiptir ve dönemin en usta öykücülerindendir. Mark Twain ve Hemingway gibi usta Batı Öykücülerinden aldığı ilhamı güzel bir Farsça ile harmanlamayı başarır. Furuğ da Gülistan sayesinde Batı sanatıyla tanışmış olur. Böylece hem sanatta hem de özel hayatlarında bir çift olarak birbirlerini sürekli etkilerler. Furuğ, tanışmalarından ölümüne kadarki zaman aralığında ustalık dönemini yaşar.

tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir

seni kendinde tekrarlayarak

çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek

ben bu ayette seni ah çektim, ah

ben bu ayette seni

ağaca ve suya ve ateşe aşıladım

(İbrahim Gülistan’a ithaf ettiği Yeniden Doğuş şiirinden)

Furuğ’nun bu dönemde ilgi duyduğu bir diğer şey de sinemadır. Çalıştığı ve ilk kez tanıştıkları “Gülistan Film” stüdyolarında film ve belgesel çalışmalarına başlar. 1962 yılı sonbaharında Tebriz’e gider ve “Ev Karadır” belgeselini çeker. Belgeselin açılış sekansında şu sözler duyulur: “Az sonra bu ekranda, merhametli hiçbir insanın görmezden gelemeyeceği bir çirkinlik ve acı resmi belirecek. Bu çirkinliği silmek ve kurbanlarını kurtarmak, bu filmin amacı ve yapımcılarının umududur.” Bu filmde, belgesel türü Furuğ’nun şiirsel dili ile birleşir. Hastaların utançtan yüzlerini kapatmaları, ürkek bakışları, şarkıları, şenliklerine, oyunları, duaları, annelikleri, çocuklukları ve içinde hapsoldukları mekan, tüm gerçekliği ve çeşitliliğiyle ele alınır. Furuğ, insan duygularını aktarmadaki hassasiyetini bu belgeselde de sergiler.  Cüzzamın tedavi edilebilir olduğunu vurgulayarak izleyiciyi bir göreve davet etme bilincindedir. Film büyük ilgi görür ve bir sene sonra Almanya’da düzenlenen Oberhausen film şenliğinden En İyi Film ödülünü alır.

Furuğ 1967 yılında bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Mollalar, şiirlerini hedef göstererek namazını kıldırmayı reddederler. Cenazesi iki gün bekletilir. Sonunda yazar bir arkadaşı namazını kıldırır.

Bir şair ölür, şiiri her zaman hatırlanır.

Kaynakça:

Ferruhzad, F. (2009). Yaralarım Aşktandır. (H. Hüsrevşahi, Trans.). Ankara: Kanguru Yayınları.

Garthwaite, G. R. (2012). İran, 1921-2003: Pehleviler ve İran İslam Cumhuriyeti. In F. Aytuna (Trans.), İran Tarihi (pp. 203–259). İstanbul: İnkılap Kitabevi.

Gülistan Film. (1962). Ev Karadır.

Kozamdan çıkmaya çalışıyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks