Deneme

BENLİĞİN KOZASI

By

İnsan her gün aynada yansımasını gördüğü halde neden ‘ben’ üzerine düşünmek ister? Seslenildiğinde dönüp baktığımız adımızla veya sol kaşımızın üstündeki çocukluktan kalma yaramazlığın hatırası  dikiş izimizle benliğin tanımını çoktan yapmış bulunuruz. Belki de bundandır ki benlik -ya da başka bir ifadeyle kendilik- üzerine düşünmek, masanın üzerinde duran kırmızı bir elmayı tanımlamaya çalışmaktan farksız bir uğraşmış gibi hissettirir bazen. Diğer yandan, kavramın kendisinin referans verdiği ben olma hali her ne kadar bağımsız, bireysel ve biricik bir oluşumu akla getirse de benlik; tüm o iç içe geçmiş sosyal süreçlerin içinden geçerek inşa edilen bir yapı olarak karşımıza çıkar. “Ben”i anlamak için “ben olmayana” attığımız bu bakışla, benliğimizi bazen hayatımızın oldukça sıradan bir parçası olan bir nesnede, yokluğunda kendimizi yeniden tanımladığımız bir öznede ve bazen de ötekinin varlığında buluruz.

Semboller dünyasının birer parçası olan nesneler, taşıdığı -ve aslında kendilerine atfedildiği- anlamlar üzerinden bireysel ve grup kimliklerimize dair temsiller oluşturur. Belli bir grup için tapınılan ve hürmet gösterilen bir nesne, başka bir toplumsal ve kültürel bağlamda evin içinde bir köşeye attığımız değersiz bir metadır. Kendimizi tanımlama ve dış dünyaya yansıtma arzumuz da çoğu zaman nesneler aracılığıyla kendini gösterir. Kendini dışarıdan bir nesne gibi inceleyen birey, kendiliğini nasıl yansıtmak istediğine dair taşıdığı inanç doğrultusunda nesneler dünyasıyla ilişkisini sürdürür. Yaratmak istediğimiz benlik ‘imajı’ bazen toplum tarafından şaşkınlıkla karşılanan belirgin bir elbise, göğüs gererek taşınılan bir arma, kime rağmen kim olduğunu haykıran bir pankart ya da arabaya yapıştırılmış bir amblem ile inşa edilir.  Aslında bu yalnızca dışa vurulan bir benliğin değil, konuşmanın ta kendisidir. ‘Ben’ kadar ‘benim’ dediğimiz sahipliklerimiz de kişinin kimlik boyutlarını oluşturur. Sahiplik çoğu zaman neredeyse sınırsızdır. Bazen içinde yaşanılan evde, ilişkiler ağının içinde üstlenilen bir rolde, sararmış eski bir fotoğrafta ya da görünüşte diğerinden farkı olmayan beyaz bir gömlekte kendini gösterir.

Kim olduğumuzu tanımlamaya, kimi zaman da hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuzda sahipliklerimizi düşünmek şaşırtıcı olabilir. Sahip olunan ve kimliğin bir parçası olarak görünen metalar ve hayatımıza dahil ettiğimiz insanlarsa geçmiş deneyimlerimizle kurduğumuz bir bağ ve hikâyeler pratiği olarak tezahür eder. Yıpranmış ve solmuş renkleriyle yirmi yıldır saklanılan bir fotoğraf, hayat hikâyemizin içindeki bir dönüm noktasının kanıtı ya da temsilidir. Oldukça sıradan görünen bir kolye, belli bir bağlamda ve kullanım yoluyla öyle anlamlar kazanmıştır ki kişisel yaşamımızın kırılma anından somut bir iz olarak göğsün tam üstünde taşınır; kimliğin ve benlik hikayemizin bir özeti gibidir sanki. Uzun bir yola çıkarken, yeni bir hayat kurar ya da onu yıkarken ve belki de günün sonunda tüm o yolları geri dönerken benlikle en çok ilişkilendirilen eşya yanı başımızda bizimledir.

Peki ya benliğimizin bir parçası ya da uzantısı olarak gördüğümüz nesneler ve kişilerin yokluğunda kendiliğimizi tanımlama çabamız nasıl şekillenir? Sahiplik sınırlarımıza dahil ettiğimiz bireyler ve nesneler, yaşanmışlıklar ve hafızanın bir izdüşümüdür. Yaşanılan alana ait çok sıradan gündelik ilişkiler ve ona yüklenen anlamlar bütünü, yaşanan kayıpla birlikte benlik üzerinde kapladığı alanı da beraberinde götürmüştür artık. Çocukluğun geçtiği ve terk etmek zorunda kalınan ev, içinde kendini tanımladığın rahatlık alanından, geçmiş deneyimlerle kurulan bağdan ve rutin yaşamdan radikal bir kopuştur. Her evin o kendine ait olan farklı kokusu, ev kavramının kendisiyle bağdaştırdığımız adlandırılması zor duygular sanki hiç var olmamış gibi silinir ya da izi kalır ve kimi zaman da şu hüzünlü sorgulamayı beraberinde getirir: ‘kendiliğimi var ettiğim yeri kaybettiğimde benden geriye ne kaldı?’ Oysa o belirli anda, belirli şartlar altında ve çevrelendiğimiz fiziksel nesne ve özneler ile kendiliğimizi tanımlamaya çalışırız. Geçmiş hatıralar ve yaşantılar bireylerin gelecekte oluşturacağı benlikleri de şekillendirir. Aslında tam da bu noktada benlikten bahsederken belki de onu tek, değişmez ve dönüşmez bir yapı olarak algılamamak gerekir. Geçmiş, mevcut ve gelecek benlikle birlikte çeşitli benliklerden bahsetmek, bunun bir süreç olduğuna ve “öz”den gelmediğine vurgu yapar. Sahipliklerden beklenmedik bir kopma benliğin bir parçasının da kaybına sebep olurken birey geçmiş, mevcut ve gelecek benliklerinde farklılıklar deneyimleyebilir. Ya da travmanın kendisinin benliğin bir parçası olması bireysel kimlikte dönüşümler yaratırken kişi, eski ve yeni benliği arasında bağlantı kurmakta zorlanarak çatışmalar yaşayabilir. Geçmiş hatıralarda yer alan kişiler artık yoktur ve hatıralarımızın kendisi de bu travmayla birlikte bir nevi yeniden yazılmıştır. Memleketin yokluğu, yuvanın kaybı ya da annenin kaybı ve ölüm üzerinden tanımlanan benlikler, yaşanılan travmanın ardından, öncekinden oldukça farklı oluşacaktır. Bunun üzerine düşünmek çoğu zaman bana annesizlikten şair olduğunu söyleyen Didem Madak’ın şu dizelerini hatırlatır:

Sevgili Anneciğim, 

Binlerce kez açıldım, binlerce kez kapandım yokluğunda

Kocaman bir dağ lalesi gibi

Ve kapkara göbeğini dünyaya fırlatacakmış gibi duran.

(…)NOT: 

Ölen her kadın için bir şiir yazdım.

Onları Muc’a evin karşılığında verdim

Çok ucuza.

Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: 

ANNE!

Yine de ‘ben olmayanın’ sınırları içine dahil ettiğimiz ve çepeçevre sarındığımız tüm o somut nesnelerin, kişilerin ve onların kaybının yanı sıra; ben olmayan öteki ve dokunabileceğimiz kadar somutmuşcasına üzerimizde taşıdığımız kimlik etiketlerimiz de bireylerin benlik algısını şekillendiren süreçleri oluşturur.

Benin tanımını yapmak için bazen de ötekinin sınırlarını çizmeye ihtiyaç duyarız. Öteki kimdir? Aslında ötekinin kendisi ‘ben’in sınırları dışında ancak ben ile karşılıklı bir ilişki halinde yaratılır. Süreçler ve diğer bireylerle ilişkilerde oluşturulan ben ve öteki ayrımı, toplumsallığın bir ürünüdür Mead ve Blumer’e göre. Bazen de bu ayrım ‘biz ve ötekiler’ olarak karşımıza çıkar. Türkiye’den Almanya’ya emek göçünü gerçekleştiren ilk kuşak işçilere kimlik etiketleri üretme çabasına da işte bu ‘biz ve ötekiler’ algısı eşlik ediyor; ‘misafir işçiler’, ‘Alman olmak’ ya da ‘öteki olmak’ üzerinden yeni kimlik tanımları yapılıyordu. Kendini ‘toprak sahipleri’ olarak tanımlayan ve gücü elinde tutan bu grup, ‘misafirler’ olarak nitelediği grupla arasına kocaman bir çizgi çektiğinde bu yalnızca etiket üretimine referans vermez; sınırları çizilen iki grubun arasındaki ilişkiyi özetler nitelikte bir kimlik yaratma sürecine de işaret eder. Kültürel üstünlük inancıyla güçlendirilen ‘biz’i tarif etme çabası günlük konuşmalarda, zararsız görünen bir espride, sokaklarda ya da kişisel başarıların verilmiş bir lütuf olarak gösterilmesinde ötekilerin yabancı olduğu mesajını yeniden yeniden vurgular, bu mesajı unutmaya da hiç vakit tanımaz. Biz ve ötekiler temelinde oluşan bu kimlik ayrımında basmakalıp/klişe beklentilerin ve özelliklerin adeta bir çimento işlevi görmesiyse neredeyse yadsınamaz. “Biz”in gözünden bakınca ötekiler, artık yalnızca homojen bir insan topluluğu, aynı özelliklere sahip birbirinin kopyası olan kimselerdir ve algılanan kimliği sadece yüzeysel kategori özeliklerinden ibarettir.

Dönemin mevcut siyasi ve kültürel ilişkilerinin içinde Bulgaristan’da bir Türk olarak öteki olmayı deneyimleyen Balkan Türk’ü dedemin ve ailesinin zorunlu göçü geliyor aklıma. Mübadele ile Türkiye’ye temelli dönüş yapıldığında çok daha izole bir yerde oluşturulmuş muhacir mahallesine yerleştirilen aile, bu sefer de bölge halkı tarafından muhacir, yabancı ya da gâvur gibi damgalarıyla farklı bir bağlamda öteki olmaya devam ediyordu. Nereye giderse gitsin öteki kimliğini beraberinde götüren bir başka kişi de eskiden yalnızca bayramlarda bir araya geldiğimiz ve akrabaların anlatması için zorladığı Almanya’daki anılarına o zamanlar yalnızca kulak misafiri olduğum Almancı Müzeyyen idi. 1979’da Almanya’nın küçük bir kasabasına göç eden, ardından da çok geçmeden Münih’e yerleşen Müzeyyen, göç üzerinden oluşan kimliklenme sürecini ve iki farklı etiketi taşımanın içinde yarattığı çatışmayı şu şekilde dile getirdi:

“Almanya’da seni tam içlerine sokmuyorlar, Alman değilsin diyorlar. Ben de kendimi hep eksik hissettim, tatil oldu mu koşa koşa Türkiye’ye döndüm ama orada da “Almancı geldi” dediler, kaç yıllık Müzeyyen Almancı oldu. Buraya (Almanya’ya) gelince de tek kelimeyle bir yabancı oldum. İki kimlikli bir hayatın içinde savruluyorsun anlayacağın.”

Sirkeci-Münih hattının bir ucunda, memleketinde oldukça klişeleşmiş bir Almancı algısıyla karşılanan göçmen, hattın diğer ucunda ausländer (yabancı) olmayı deneyimler. Yabancı olmak da başlı başına farklı bir kimliği elinde tutmak değil midir zaten?

Yabancı olmak, bilinmeyen ve tehlikeli olanla özdeşleştirilen başka bir kimlik inşası süreci olarak çıkar karşımıza ve çoğu zaman da günah keçisi olmakla birlikte deneyimlenir. Kötü giden ekonominin, bozulan düzenin veya kültürel yozlaşmanın tek sorumluları olarak işaret parmakları üzerlerine doğrultulmuştur. İşte bu bağlamda öteki, sistematik bir alt-insanlaştırmayla (infrahumanisation), suç ve şiddetin temel kaynağı, bulaşıcı hastalık yayan, gettoların içinde yaşayan ve çocuğunun onunla arkadaş olmasına asla izin verilmeyen marjinal kişi olarak tanımlanır. Enteresandır ki, bir Fransız banliyösünde kendini damgalanmış, dışlanmış bir göçmen parçası gibi hisseden Türkiyeli göçmenler kendilerini temizlik, misafirperverlik ve nezaket üzerinden tanımlarken; bir arka sokakta yaşayan Arap göçmenlerin kimliklerini kendilerine atfettikleri tüm o pozitif etiketlerin tersi üzerinden tanımlayabiliyor. Tüm o negatif anlamların atfedildiği damgaları üzerinde taşıyan ötekinin, taşıdığı bu damgalarla ne yapacağına karar verme süreci, kimliklenme yolculuğunun kırılma noktalarından birini oluşturur. Negatif olan kodu aşmaya çalışan öteki için kimlik, bu damgaya rağmen, sahiplendiği bu damgayla beraber yürüttüğü bir direniştir. Toplumda ‘öteki’ olarak tanımlandığını fark eden kişinin, kendi gibi damgalanmış ve harici etiketini taşıyan diğerleriyle bir araya gelerek yeni bir kimlik ve kültür yaratma sürecinin başlamasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu söyler Erving Goffman. Bu bazen de sapkınlığın tanımı üzerinden gerçekleşir. Gücü elinde tutan toplumsal gruplar, aşılması sapkınlık olarak tanımlanan kural ve normları oluşturarak bu kuralları belirli kişilere uygular ve onları da sapkın, hariciler olarak etiketler.

Howard Becker’a göre bu, iktidar mücadelesini yansıtan bir etiketleme sürecidir. Sapkın, sapık, hastalıklı gibi damgalarla hariciler olarak nitelendirilen LGBTIQ+ bireyi, kendi sahip olduğu sapkın damgasını fark ettiği an, aynı damgaya sahip ötekilerini arar ve bir araya gelir. Bu süreçte kendi gibi dışarıda kalanların oluşturduğu bir grubun kimliği sahiplenilir, yüklenilen kimlik etiketleri de beraberinde sahiplenilerek bu anlamı dönüştürme mücadelesi başlar. Bu sefer birey, yalnızca damgalanmış savunmasız bir öteki değil, mücadele yürütülen sapkınlar cemaatinin gönüllü bir üyesidir.

Kendi kendime politik doğruculuğun sınırlarında anlık duraksamalarla gidip gelirken, yaşadığımız toplumun ötekisi olduğunun bilincinde olan dostum Pelin’e, maruz kaldığı aşağılayıcı damgalarla olan ilişkisine dair soruları nasıl sorabileceğimi düşündüm bir süre. O ise, bendeki bu tereddüttün aksine, benliğini damgalayan sistemle mücadelesini nasıl bu olumsuz damgalarla ve onları taşıyarak sürdürdüğünü anlattı. “Ben kendime ibne diyorum,” dedi ona eşcinsel kişilere hakaret etmek için yöneltilen ibne kelimesinin LGBTIQ+ hareketi içindeki yerini ve birçok eylemde geçen yaratıcı slogan/pankartlardaki kullanımını sorduğumda şunları ekledi: “Yani daha doğrusu bu kelimeyi sahipleniyorum. Aslında kendimi bir kimlikle tanımlamak istemezdim, hele ki bu kimliklerin akışkan olduğunu düşünürken. Cinsel yönelimimden ibaret değilim. Benim bu kimliği sahiplenme sebebim toplumla ilgili, mücadelemle ilgili.”  

Pelin’in mücadelesi, oldukça farklı bir bağlamda ve belki de bambaşka bir kimlik üzerinden, Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak göçmenlerden Kanake Sercan’ın mücadelesiyle kesişiyordu. Sercan, Almanya’da göçmenlere hakaret etme yöntemlerinden biri olan Kanake kelimesini sahiplenişini, onu çerçevenin kenarına köşesine iten bu silahı dominant grubun elinden alma mücadelesinin bir kanıtı olarak görüyordu. Kanake kimliğinin kendi direnç mekanizmasındaki yerini anlatan Sercan için bu kimlik, toplumdaki ikincil konumunu kabullenişinin değil; onu etiketleyen yapıyla sürdürdüğü kavgasının bir simgesidir:

“Başlarda çok kızıyordum birisi bana bunu (kanake) söylediğinde, aşağılamaya çalışıyor sonuçta bunu söylerken, benden aşağıdasın demek istiyor… Artık bu şekilde aşağılamalarına izin vermiyorum. Birisi bana kanake dediğinde, ‘evet ben kanakeyim, ne yapacaksın’ diyorum, yoksa göçmen olmaktan utandığımı düşünürler, neden utanayım?”

Benzer bir şekilde 68 kuşağının meşhur sloganı “siyah güzeldir” (black is beautiful), siyahi kimliğine yüklenilen negatif anlamların ve kimlik kodlamasının aşılması (transcoding) ve dönüştürülmesi hareketinin simgesidir.

Tüm o kompleks sosyal ilişkiler ağı ve anlam yaratma süreçlerinin tam da içinden yükselen benlik kavramı; “ben”  ve “ben olmayanın” birbirini karşılıklı olarak var edişinde kendini gösterir. Kendiliğimizin ve hafızanın bir tezahürü olarak gördüğümüz nesneler kim olduğumuzun hikâyesini bize sunarken, ‘ben olmayan’ öznenin kaybının yaşattığı travmayla yeni bir benlik inşasına gider; ‘öteki’ öznenin maruz bırakıldığı damgaları sahiplenmesiyle farklı bir bağlamda verdiği kimliklenme mücadelesine şahit oluruz. 

Kaynakça:

Akkuş, S. (2019, Ekim 5). (N. Adanur, Röportaj Yapan)

A., M. (2019, Ekim 4). (N. Adanur, Röportaj Yapan)

Annie Brunner, A. R. (Prodüktör), Yasemin Samdereli, N. S. (Yazar), & Samdereli, Y.    (Yöneten). (2011). Wilkommen in Deutschland [Sinema Filmi].

Ayhan Kaya, B. Ş. (2007). Ulusaşırı Alanda Almanya Türkleri. Kökler ve Yollar: Türkiye’de Göç Süreçleri (s. 85-245), Bir Paris Banliyö Mahallesindeki Türk Göçmen Kadınlarının Gündelik Yaşamı (s. 359-400). içinde İstanbul, Türkiye: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Erel Shvil, H. K. (2013). The Experienced Self and Other Scale: A technique for assaying the experience of one’s self in relation to the other. Journal of Methods and Measurement in the Social Sciences, 4(2), 1-20.

Gedik, E. (2010, Şubat). Almanya’da “Öteki” Olmak, “Öteki” Kalmak. Folklor Edebiyat(62).

Hall, S. (1997). The Spectacle of the ‘Other’. 225-274.

II, A. R. (2004, September 1). Activating the Self-Importance of Consumer Selves: Exploring Identity Salience Effects on Judgements. Journal of Consumer Research (31), 286-295

Madak, D. (2000). Annemle İlgili Şeyler. Grapon Kağıtları (s. 16-19). içinde İnkılap Yayınevi.

Meltem Yılmaz-Şener, G. T. (2018, Nisan). Kesin Dönüş mü, Yoksa Tekrar Göç Hazırlığı mı? Nitelikli Türk Göçmenlerin Almanya ve Amerika’dan Geriye Göçü. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi(1), 311-377.

Özçetin, B. (2018). Sembolik Etkileşimcilik. Kitle İletişim Kuramları: Kavramlar,    Okullar, Modeller (s. 71-82). içinde İstanbul, Türkiye: İletişim Yayınları.

Raşit, P. (2019, 12 Ekim). (N. Adanur, Röportaj Yapan)

Sonyel Oflazoğlu, Ş. S. (2015, 7 7). Travmatik Süreçlerde Yaşanan Sahiplik Kayıpları ve Benlik Aşınması. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.

Şeker, M. (Yöneten). (2004). Almanya Rüyası [Sinema Filmi].

Yalçın, M. G. (2017). Önyargı ve Kalıpyargı. Göç Psikolojisi: Göçmen Gerçeğini        Anlamlandırmaya Dönük Bir Sosyal Psikoloji Derlemesi (s. 111-134). içinde Ankara, Türkiye: Pharmakon Yayınevi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks