Deneme

BAŞLIKSIZ BİR YAZI

By

Neredeyse tümü yanlış politikalar üretmek ve bunları gerçekleştirmek başlı başına maharet isteyen bir konudur. Çünkü ne yaparsan yap, bazı şeyler kazayla da olsa insanlık adına iyi olabilir. Son çeyrek asırda ve öncesinde İstanbul için düşünülen ve uygulanan hemen hemen tüm makro ölçekli tasarruflar, eylemler ve planlar ya yanlıştı ya da yanlış uygulandı. Uygulanamayanlar da öyle, onlar da uygulananlardan daha trajik: Kanal İstanbul Projesi örneğin.

Bir iki somut uygulamadan başlayalım. Şu an bu konuya yakın biri olmama karşın İstanbul’daki özel üniversitelerin, ya da vakıf üniversitelerinin sayısını bilemiyorum, sanıyorum kırk civarında. Yenileri de yoldadır, her gün bir üniversite açıldığı için kesin bir rakam vermek güç. Bir üniversitenin etrafına topladığı insan sayısını düşünün lütfen: öğrenciler en başta hocalar, temizlik, yemek, muhasebe ile ilgi personel. Ulaşım, kantin, yurt ve buraların personeli, araç gereci, binası…Bunu onlarca üniversiteyle çarptığınızda ya da kırkla çarptığınızda bu kente çekilen insan sayısını bulursunuz. Bunun aksini düşündüğünüzde, yani bu okulları Anadolu’da, sanayi, ticaret, iş olanağı ve nüfus olarak yetersiz bölgelerde açmayı ve bunun için de teşvikler vermeyi öngören bir anlayış ve planlamayı düşündüğünüzde de hayli olası olumlu sonuçlara ulaşırsınız. Böylesi bir yaklaşımla bu kent ne kadar ferahlardı. Bu kent ferahladığı gibi bu küçük illerde;

 Niğde, Isparta, Yozgat ve Bilecik’te yeni lokantalar, yurtlar, iş alanları açılırdı. Kültürel faaliyetler artar, işsizlik azalırdı.

Otuz bin öğrencili bir okulun yaklaşık iki yüz elli bin kişiyi dolaylı ya da direkt etkilediğini düşünün. Bunu kırkla çarpınca on milyon kişi eder ve bu da vakıf üniversitelerinin İstanbul’a getirdiği insan sayısının tahminen iki misli diye düşünürsek, bu okullar beş milyonluk bir nüfus baskısı getiriyor bu dev ve felç olmuş kente. Hiç şüphesiz, bina, araç gereç ve otomobil sayısını da anlamlı oranda arttırıyor.

Sürekli acele eden ve stres altında şiddete varan bir ifade tarzıyla yaşayan insanlar olarak her şeye de geç kalıyoruz. Kültürel faaliyetlerimiz yok denecek kadar az ve eğer şanslıysak, işimiz veya okulumuz varsa genellikle çok büyük mesafeleri aşarak onlara ulaşıyoruz.

Bakın bu kentte birey olarak nasıl yaşıyoruz: Genç bir anne düşünün bir kızı olmuş, altı aylık. O genç anne o çok tatlı yaratığı neredeyse hiç görmeden, koklamadan, öpmeden sabah erkenden Erenköy’den çıkıp, Şişli’deki banka şubesindeki işine geliyor ve onun o koklayamadığı tatlı kıza da Azerbaycan’dan üç çocuğun özlemiyle yanarak gelen bir başka anne bakıyor. Yani her iki anne de çocuğunu özlüyor ve bankacı anne aldığı üç kuruşu Azeri anneye veriyor falan. Bankacı anne bütün gün sandalyede oturmaktan kaynaklanan bel ve boyun ağrılarına da maaşının kalanını veriyor, sen sağ ben selamet.

Sonra su dağıtıcıları ve su şirketleri var. Onları da anlatayım mı? Fransız’ın biri bundan yıllarca önce bir gün durup dururken “Yahu biz bu evlere çok ucuza gelen suyu kötüleyip bir başka suyu şişeleyip niye satmıyoruz insanlara?” diye düşündü ve bunun hemen sonrasında belediyeler evlere ulaşan su sistemlerini yenilememeye başladılar. Medya da bu suyun içilecek kalitede olmadığını vurguladı. Bilirsiniz ana akım medya büyüktür ve diğer büyükler ne derse onu yapar. Geleneksel terbiye de bunu öğütler değil mi? Büyükler doğru bilir. Ve su plastik şişelerde satılır oldu, evlere büyük, elimizde küçük plastik şişeler verdiler ve sonra bunların cam olanları da çıktı ve hepsi de paralı. Birileri bilmediğimiz bir kaynaktan bunu dolduruyor, dev kamyon ve trenlerle kentlere taşınıyor bu tonlarca su sürekli ve sonra motosikletlerle evlere taşınıyor. Korkunç bir trafik karmaşası, benzin sarfiyatı, plastik kullanımına ve yine bel boyun hastalıklarına yol açıyor. En az on beş kiloluk bir plastik şişeyi taşıyor o zavallı çalışanlar her gün yüzlerce kere. Niçin? Büyük şirketlerin para kazanması için. Bu akıl almaz saçmalık bizim büyüklerimiz de öyle uygun gördüğü için aynen Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da uygulanıyor ve trafiğimize, bel boyun sağlığımıza, trafikte kaza ve ölüm istatistiklerimize hatırı sayılır bir katkıda bulunuyor. Ölçümlerde bu sözde temiz sulardaçok ciddi kirlilik ama özelliklede mikro plastik bulunuyor.

 İsterseniz burada bitireyim anlamsız yaşamlarımızın hiç de anlamsız olmayan ciddi ve yoğun acısını anlatmaya. Günün tortusu hiçbir şeyi başaramamak ve hiçbir şeye yetişememek olarak özetlenebilir burada.

Yıl 2044. Çeyrek asır sonra: İstanbul’un özellikle çeperi diyebileceğimiz Gebze ve diğer tarafta Kumburgaz ve civarına inşa edilen ve 3. Havaalanı civarına inşa edilen dev gökdelenlerin tümü boş ve çürüyor. Soğuk günlerde buralara kurtlar iniyor diyeceğiz ama kurt kalmamış artık ki insin. Bırakın kurt veya çakalı arı da kalmamış. İstanbul’a otuz beş ayrı kaynaktan taşınan su artık getirilemez olmuş ve kent boşalıyor. İster kibar ve atadan Kadıköy’e Kadiköy diyen bir İstanbullu olun, ister Tekirdağ’a Teççirdağı diyen bir Karadenizli hep beraber bitirdiğimiz bu kentten birlikte kaçıyoruz.

Fotoğraf : Mustafa Onur Durna


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks