Öykü

“MAGDA: Hüzünlü Bir Kabulleniş Öyküsü”

By

 “San Sebastian”

             “Acele et biraz!” diye boğuk ve öfkeyle karışık bir ses yankılandı koridorda. Bu ses büyük bir tutkuyla evlenip hayallerinden de öte biçimde kurduğu ailenin baş kahramanından geliyordu. Yani kocası Harbin’den. İki gün önceden hazırlamaya başladığı bavula etrafı kolaçan edip gördüğü ne varsa atarak, “Geliyorum!” diye karşılık verdi Magda. Harbin’in aksine yazları çok severdi. Her ne kadar hamileliğinden dolayı havalar onu biraz sıkıntıya soksa da yaz onun için daha önce gitmediği şehirler, ülkeler, girmediği denizler, tüm yıl yaz aylarına kadar temasa geçemediği ‘sakinlik’ demekti. Bu yüzden aylar öncesinde erken fırsatlardan yararlanarak aldıkları uçak biletleri, yedi geceliğine kiraladıkları AirBnb evi ve daha önce hiç bulunmadığı İspanya’nın –Instagram’daki seyahat hesapları ve belli başlı blog sayfalarında okuduğu kadarıyla– birbirinden lezzetli yemekleri onu inanılmaz heyecanlandırıyordu. Yalnız bir keşkesi vardı. O da içinden “Keşke Harbin de yeni yerler keşfetmeyi; sakin ama huzurlu bir tatil yapmayı biraz olsun sevseydi!” diyordu. Neyse, o da böyle bir adamdı. Tek kusuru bu olsun! Hayatını dönüştüren, bugünkü Magda olmasını sağlayan kişiydi bu adam…

Birçok şeyi onunla deneyimlemişti. Sevmenin, sevince insanın yapması gereken fedakârlıkların, gerçek bir birlikteliğin insanı nasıl eğitip büyüttüğünü Harbin sayesinde öğrenmişti. Bu yüzden hakkını yiyemezdi. Heyecanı, tutkuyu, birçok güzelliği hatta en kallavi acıları da o hayatındayken deneyimlemişti. Günün birinde Magda’ya Harbin’den miras kalacak büyük yat, kat veya dolu banka hesapları yoktu belki ama bir başka yerde ve bir başka insanla sahip olamayacağı tecrübelerinin başrolü ile bir hayat geçiriyordu. Bu ona en büyük miras diye düşünüyordu. Oysa yaşananlar, onlara ancak ve ancak doğru bir şekilde sahip çıkıldığında yaşamı anlamlı kılarlar. Aksi takdirde, içselleştirmediğimiz her bir deneyim namlusunu kendimize doğru tuttuğumuz kontrolsüz bir silaha dönüşür.

Havaalanına vardıklarında hafif sancısı tuttu Magda’nın. Riskin kokusunu hissettiğimiz ama tutkuyla bağlandığımız bir şeyin, planın ya da kişinin gölgede kalmasını istemediğimiz anlarda kendimize karşı olan ikna çabası Magda’yı da oracıkta sarıp sarmaladı. “Bak eğer iyi hissetmiyorsan gitmeyelim, senden önemli mi bu tatil?” narasına kendinden emin ve başı dik bir şekilde: “Hayır! İyiyim ben. Claudia yediden sekize geçişte böyle hafif kasılmaların olabileceğini söylemişti. Biraz soluklanayım. Sen de o arada bize kahve al olur mu?” diye yanıt verdi. Kahve sırasındayken bir gözü Magda’da olan Harbin, eşine inancı tam olmasına rağmen bu tatilin doğru zamanda gerçekleşmediğine dair bağırıp duran o sesi bastırmaya çalışıyordu.     Kahvelerini içip Magda’nın iyi olduğundan emin oldukları an, yaklaşık bir saat sonraki San Sebastian uçuşları için bekleme alanına doğru yürüdüler.

Hafif sarsıntılı ve üç kuruş etmeyen kötü yemek servisinin ardından nihayet İspanya’ya indiler. Havaalanından tuttukları eve gitmek için çağırdıkları Uber’i beklerken Magda’nın biraz uzağında sigarasını sarıp içti Harbin. Midesinde hafif ekşi bir yanmayla içine her çektiği sigara dumanı, sanki bir sonun önsözünü yazıyor gibiydi. Taksi nihayet gelmişti. Bavulları bagaja koymak için arabadan inen Uber şoförü ikiliyi “Hola!” diye selamladı ve hep birlikte yola koyuldular.

 “Sekiz”

Mart 2016

            “Sekiz yıl!” diye kendi kendine söylendi Magda. İkinci el eşyalar satan bir dükândan satın aldığı yuvarlak beyaz sehpanın üzerinde duran roze şarabını eline alarak uzun uzun vitrinin üstünde duran zambaklara baktı. Normalde sigara içmezdi. Hatta nefret ederdi sinüziti olduğu için. İçen herkesi, geçmişte Harbin’i de, kendinden uzak tutardı. O baş ağrısına ve sigaranın yaydığı pis kokuya dayanamazdı. Ama şimdilerde günde en az iki paket bitirmeye başlamış; sigaranın boğazında bıraktığı o acının varlığını dahi duyumsamaz hale gelmişti. “Ölüm!” diye tam dört kez arka arkaya yüksek bir sesle bağırdı. “Ne muazzam bir şey!” diye ekledi. Öyle bir yankılandı ve yayıldı ki evin içinde ses, sanki bir köşede ona doğru bakan eşyalarının dile gelip karşılık vermesi gerektiğini düşündü bir an Magda. Öyle içten, öyle gerçek bir haykırıştı bu.

Çok sık kendi kendine konuşmaya başlamıştı evin içinde. Özellikle de Calanthe’nin okulda olduğu saatlerde kendini özgür ve tamamen boş hissediyordu. Bu yüzden de dilediğince sigarasını içiyor, alkol alıyor ve sersefil olmanın hakkını teslim ediyordu. Harbin’in ölümünün üstünden neredeyse sekiz yıl geçmişti. İspanya’ya, Magda henüz yedi aylık hamileyken, gittikleri o yaz, kiraladıkları eve varmak üzereyken frenlerin tutmaması sonucu şoför ve Harbin hayatını kaybetmiş; Magda ise erken doğum yapmak zorunda kalarak prematüre bebeği ile birlikte yapayalnız kalmıştı. Hayatında “tutkularımın, mutluluklarımın, tüm heyecanlarımın ve acılarımın öğretmeni” olarak nitelendirdiği adam artık yoktu. Buna alışmak bir yana o günü yaşanmamış gibi sayıyordu hâlâ. Sanki içeriden önce bir ayak sesi belirecek ve sonra Harbin salonun köşesindeki tekli yeşil kadife koltuğa sinip her şeyin tıpkı Lost dizisinin final bölümünde olduğu gibi kısacık bir kâbustan ibaret olduğunu söyleyecekti. Ama bu ne dizi ne de bir ihtimaldi. Kendine kızmayı bırakmalı ve bu kızgınlıkla yaptıklarını bir an önce terk etmeliydi. Sırf kendine acı çektirmek için senelerdir ayna karşısında kendini suçluyor, kimseyle görüşmüyordu. Eğer o tatile gitmek için ısrar etmeseydi şu an yanı başında sevdiği adamla birlikte her sabah olduğu gibi bir yudum kahveyi paylaşıp günün tadını çıkaracaktı. Bu ihtimalleri düşündükçe içinden çıkamadığı bir girdabın esiri olmaya devam ediyordu. Lakin kederini biraz olsun dindirmeye çalışıp teslim olmalıydı hayata. Çünkü eğitilmeyen ve ehlileştirilmeyen her acı, sonunda ardında geri dönüş kapısı barındırmayan kocaman felaketlere dönüşürdü.  

 “Chloe”

Şubat 2018

Eskimiş, buruk bir sabaha daha uyandı Magda. Uyanır uyanmaz, neredeyse sekiz senelik rutininin ilk adımı olarak, yatağının baş ucunda bulunan çekmecedeki sigara paketini yokladı. Paketin tamamen boş olduğunu fark ettiğinde ise yıkıldı. Çünkü bugün apartmanın sakinlerinin tüm işleriyle ilgilenen çalışan izinliydi. Bu da kendisi dışında gidip sigara alabilecek hiç kimse olmadığı anlamına geliyordu. Uçları yıpranmış, eski, kremrengi kazağını pijamasının üstüne çekerek –adeta boynuna tasma takılan, eski çağlarda yaşayan bir köle gibi hissederek– evden dışarı çıktı. Sokaktaki insanların koşuşturması, karşıdan karşıya geçen küçük çocukların sevinç içinde attıkları çığlıklar, onlara ebeveynlik eden annelerin ‘annelik’ rolünü yerine getirmeye çalışmaları Magda’yı delirtiyordu. Bir gözü kısık bir vaziyette, değil bir insanla; gökyüzüyle, sokaktaki ağaçla, köşedeki trafik lambasıyla karşılaşmak dahi istemiyordu. Bu yüzden bir an önce sigarasını alıp yaralarından yamayarak ördüğü kendi yuvasına geri dönmek istiyordu.

Dükkâna girdiğinde satıcının yüzüne dahi bakmadan: “On paket Marlboro Light lütfen!” diyerek cüzdanındaki tüm parayı orada bıraktı. Ceplerine doldurduğu paketlerle hızlıca dükkândan ayrıldı. Kaldırımda hızlı hızlı yürürken karşısına bir anda aylardır yüzlerce mesajına, aramasına cevap vermediği üniversiteden arkadaşı Chloe çıktı. Chloe, üniversite yıllarında yanına beş-altı arkadaşını alıp bir tiyatro kulübü kurmuştu ve şu anda neredeyse Barcelona’nın en iyisi denilebilecek bir sahne sanatları mekânının sahibiydi. O yıllarda Magda da o kulüpte aktif olarak çalışıyordu. Bir anda gelişen bu buluşma ona Brecht’ten Çehov’a birçok oyunu sahneleyip öğrencilik yıllarını dolu dolu yaşadıkları o yılları hatırlatmıştı.

Yalnızca: “A, merhaba…” diyebildi. Chloe ise biraz buruk, oldukça da meraklı bir ses tonuyla “Nerelerdesin? N’apıyorsun? Hiçbir mesajıma dönmüyorsun… Senden umudu kesmiştim artık.” diye karşılık verdi.

Bu sorulara kardeşlik yapan içinde bolca merak ve endişe barındıran bir sürü mesaj, telefon ve e-posta almıştı yıllardır. Her bir yoklama, ona yeniden o anları yaşatıyordu. Bu yüzden yalnızca “İyiyim,” diyebiliyor ve konuyu apar topar kapatıp oradan uzaklaşmaya çalışıyordu Magda. Yalnız bu sefer, Chloe’nin Magda’yı kolay kolay bırakmaya pek de niyeti yoktu. Öyle ki bir anda: “Tamam o halde, sana geliyorum… Haydi evini göster bana.” diye Magda’nın koluna giriverdi. Ne yapacağını bilemedi. Normalde de zorlamayla yapılan hiçbir şeyi sevmezken eşi Harbin’in ölümünden sonra artık bunlara zerre tahammülü yoktu. Fakat ağzını açamadı. Bir şeylere direnmeye gücünün olmadığı; tam anlamıyla koy verdiği bir gündü. O nadir, hatta binde bir olan günlerden birine denk gelmişti Chloe. Kol kola yürümeye devam ettiler. Yol boyunca Chloe’nin birçok sorusuna maruz kalan Magda, caddeden geçen bir araba, tır, kamyon -ne olduğu fark etmez- bunlardan birinin kendisine çarpması için dua ediyor ve artık bu dayanılmaz hale gelen yaşamının oracıkta sonlanmasını istiyordu. Yine de bu denli bencil olamazdı. Her ne kadar yaşam ona her bir nefeste derin kâğıt kesiği acısı bırakan bir döngünün kendisine dönüşse de böyle anlarda kızı Calanthe aklına geliyor ve o isyan havasından bir nebze de olsa uzaklaşıyordu.

Birlikte yaptıkları kısa bir yürüyüşten sonra nihayet eve geldiler. Magda evin kapısını açar açmaz buram buram kokan bir yas havası karşıladı Chloe’yi. Bu kokuya bakarak Magda’nın günlerini nasıl geçirdiği az çok tahmin edebiliyordu.  Magda ise dışarı çıktığına bin pişmandı. Keşke diyordu… “Keşke, bir gün sigara içemeseydim de yine de çıkmasaydım şu lanet sokağa!” diye söyleniyordu.

“Kim Korkar Hain Kurttan?”

            Chloe, adeta bir dedektif gibi Magda’nın nasıl bir yaşam sürdüğünü anlayabilmek için evi kolaçan ediyordu. Onun bu tavrını koklamış olan Magda, buna engel olabilmek için bir anda yüksek sesle “Kahve?” diye bağırdı. Magda’nın gerildiğini anlayan Chloe ise görevine ara verip salondaki kahverengi deri koltuğa sindi. Konunun bir şekilde Harbin’in ölümünden sonra yaşadığı hayata geleceğinin farkında olan Magda, elinden gelenin fazlasını yaparak bir an önce Chloe’yi göndermek istiyordu.

Oturduğu koltuktan evin her köşesini süzmeye devam eden Chloe’nin gözü, içi ıvır zıvırla dolu kitaplığın rafında bulunan bir DVD’ye takıldı. Doksanlı yıllarda İngiltere’de oynanmış bir oyunun kamera kaydıydı bu. Kitaplığa doğru ilerleyen Chloe, daha da yaklaştıkça bu kamera kaydının öyküsünü Edward Albee’nin yazdığı Kim Korkar Hain Kurttan? oyununa ait olduğunu fark etti. Kavanozundan zorlaya zorlaya çıkardığı bayat filtre kahvesi ile mutfaktaki hazırlığını tamamlayan Magda ise o anda salona girdi.  Chloe’yi elinde o DVD ile görünce bir anda: “Ha evet, kim korkar ya sahi?!” diye söylendi. Bu öyle içten bir serzenişti ki aniden bir sessizlik belirdi salonun ortasında. Eşyalar, Chloe ve hatta Magda’nın kendisi dahi bu anlamlı sessizliğe karşı, boyunları bükük bir şekilde misafircilik oynamaya devam etti.

Magda adeta büyük bir feryadın kapısını aralayarak: “Ölüm ya, ölüm! Orada da bir kayıp vardı. Kayıp ya, kayıp!  Kadınla adam çocuklarını kaybettikten sonra bir daha kendilerine gelemiyorlardı, değil mi? Aaa! Ne tanıdık geliyor kulağa, baksana!” şeklinde isyan etti.

Bu isyan, Harbin’in ölümünden sonra Magda’nın içinde ara ara yelkenliye çıkan büyükbaş bir acının yan karakterlerindendi. Bu tepki karşısında ne yapacağını bilemeyen Chloe panikle: “Tiyatro, evet. I- ııı… bu oyun. Çok, çok değerli. Hani ne derdi Gustav hocamız, “Derdiniz varsa onu sahneye koyun da izleyelim!”

“Ben de onu diyorum işte. Seni, belki…” diye devam ederken Magda, bir anda sözünü kesti. Kafasında bu konuşmanın nereye doğru gideceğini kestirmeye çalıştı. Besbelli, Chloe ona tiyatroyla ilgili dolayısıyla da üzerindeki sis perdesini atıp güneşin doğuşunu izleyebilmek için bir teklifte bulunacaktı ama buna hazır değildi. Hiçbir şeye hazır değildi. Bu yüzden böyle bir konunun gündeme gelmemesi için lafını baştan söylemeye karar verdi ve Chloe’yi sert bir dille uyardı: “Chloe, hayır.”

Bu tepki karşısında, saniyeler içinde tekrar o derin sessizliğe geri döndüler.

“Kabul”

11.03.2005

Cuma

Birkaç gündür yazamıyorum sana kusura bakma… Çıkaracağımız oyun için sabah başlayıp gece yarılarına kadar çalışıyoruz. Çok garip bir hismiş bu. Yani, sahnede korkusuzca var olmaya çalışmak. Bir başkasının bedenine kendi yetmezlerin ve artılarınla bütün olup bürünmek ve yeni bir ses doğurmak… Oracıkta. İnsanların gözü önünde. Bizi yaklaşık beş aydır çalıştıran Arthur, ilk toplandığımız gün şöyle bir şey söylemişti: “Oyunumuzu sahneleyeceğimiz gün, sonunda gelecek alkışlar değil; oyun süresince size doğru yükselecek olan ‘izleyicinin sessizliği’ heyecan versin size. O yakadursun içinizdeki sahnede olma tutkusunun ateşini. Başka hiçbir şey değil!” Bu söylediği beynimin ve yüreğimin ta en dip köşesine kadar ulaşmıştı… Gelecek olan insanların ben sahnede kendimi gerçek kılarken ne hissedeceklerini; onlara neyin geçip geçmeyeceğini çok merak ediyorum!

Chloe’yi uğurladıktan sonra sigarasını yakmak için çakmağını arayıp dururken, tesadüf bu ya, önüne çıkan kırmızı bir kutunun içinde seneler öncesinden kalan bir günlüğünü buldu. Günlük tutmayı çok severdi Magda. Hayata, ailesine ve gençliğinde boğuştuğu insanlara anlatamadıklarını küçük bir deftere sığdırmayı yeryüzüne gelmekteki görevlerinden biri olarak görürdü. Sonralarında bu alışkanlığı pas tuttu. Bir daha hiç yazmadı. Nasıl bir gün bu böyle diye söylenip durdu içinden. Kızı dışında insan görmeye tahammülünün olmadığı zamanlarda –yaklaşık sekiz yıldır– önce seneler öncesinde kalmış yersiz bir üniversite arkadaşı, sonrasında da önüne çıkan günlüğü ve rastgele okuduğu satırlar. “Tamam, hadi! Yeter, güzel bir şovdu ama bitti. Defolup gider misiniz evimden?” diye haykırdı etrafa sanki bir televizyon programının parçası olmuşçasına.

Sonra art arda iki sigara daha içti. Kendi kendine “Bu kandırmacaya sakın gelme!” dercesine bir ikna çabası içindeydi. Hayat, biriktirdiklerimiz suyumuzu bulandırdığı ve o suya bir daha giremeyeceğimiz zaman bize sık sık sinyaller verirdi. Gelip geçen sinyallere karşı bizim aldığımız pozisyon ise, bugün ve yarınımızı şekillendirirdi.

Her bir yeni patikaya girmemiz gerektiğinde, hayat yardımını bizden eksik etmez; sahnemiz için bize gerekli olan tüm oyuncuları, ışığı, sesi, dekoru gönderir ve senaryonun eksik kalan yanlarını tamamlayabilmek için acil çağrıda bulunurdu. Bunu görüp görmemek ise biz insanlara düşerdi.

Magda’nın senaryosu da tamamlanmak zorundaydı. Sonsuz direnişine rağmen bugün içine bir tohum ekilmişti.  O tohumu ağaçlandırmaya başlayacak ve geride kalan her bir kökte nefesini verdiği yaşamın ona sunduklarını kabul ettiğini görecekti.

“Sahne!”

Kasım 2019

Kulisten sahne arkasına doğru, yaklaşık on adımda alabildiği kadar nefes almaya çalışıyordu. Alıp verdiği her bir nefeste onu bugün bu sahneye tekrar iten tüm acılarını; o’nun eksikliğini tekrar tekrar anımsadı. Biriktirilen her hatıranın kocaman bir şeftali ağacına dönüştüğünü hayal etti zihninde. Birken bir anda yirmi olan şeftalilerin zihninin tamamını kapladığı kocaman bir ağaca dönüşmesini izledi. Şeftaliler gibi kendisi de kaskatı kesilmişti. Sonra bir anda, bütün şeftaliler buz kesmeye başladı. O buzların ardından tekrardan güneşe selam vermenin hazzıyla yavaş yavaş kasları gevşemeye başladı Magda’nın ve gözlerini açtı. Yaklaşık yirmi dakika sonra oyun başlayacaktı. Yıllar sonra, tekrardan tahta bir zeminin üstünde tıpkı eskiden olduğu gibi ‘kendisini gerçekleştirerek’ yaralarına pansuman yapacaktı. Bundan tam dokuz ay önce, insan gürültüsüne tahammül edemediği bir dönemde, ansızın karşısına çıkan eski bir arkadaşının ona cesaret aşılamasıyla bir kapı aralamıştı. İsyan üstüne isyan… Yakarış üstüne yakarış… Lakin sonunda ona kalanları da beraberinde alıp her şeyini sahneye taşımaya karar verdi Magda.

Yıllar önce Harbin ile beraber İngiltere’nin en eski sahnelerinden birinde izleyip çok etkilendiği; üstüne de kaydını bulup evinde sakladığı Kim Korkar Hain Kurttan? oyununu oynayacaktı o akşam. Değil oynamak, kaç yıldır bir tiyatro oyunu bile izlememişti!  Parmak uçlarından ayaklarına kadar seyir halinde olan bir endişe ve korkunun esiri olmaktansa; kendisini yaşama bırakmanın vereceği huzuru hayal ederek sahneye doğru adım atmaya başladı. Bu akşam, Magda olarak değil Martha olarak düşünecek, onun gibi hissedip onun gibi nefes alıp verecekti.

Kıpkırmızı bir kostümü vardı. Çünkü Magda’nın geçmişi bir renk olsaydı, bu kırmızı olurdu. Bir renk ki hem tutkuyu hem aşkı hem acıyı hem de yanmayı anlatıyor. Evet, bu kesinlikle kırmızıydı.  Salonda yerine geçmeye çalışan seyircinin uğultusu yavaş yavaş dindi. Işıklar kapandı. Telefon uyarısı yapıldıktan sonra mürdüm rengi upuzun perdeler yavaşça açılmaya başladı. Tam o anda tek gözünden akan bir damla yaşı apar topar silen Magda, saniyeler içinde Martha olarak yeni bir bedene kavuştu ve seyircisini; aslında hayatın kendisini selamladı.

“Martha: Biliyor musun? Kendimden tiksiniyorum. Şu koskoca ömrümde beni mutlu etmiş, hepi topu bir adam girdi hayatıma…”

SON

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks