Deneme, Röportaj

ZAMANDAKİ İSTASYONLAR

By

“Hayâlî, dünya işleriyle meşgul olmaktan vazgeçti; o şimdi şarabın tortusu gibi oturmuş dinlenmededir.” Hayâlî Bey

            Tortu kültürün özü, zamanın imbikten geçirilmiş madeni, şimdinin, geçmişin ve geleceğin biraradalığı, harmanlanmasıdır.  Şarap kadehinde dibe çöken tanecikler hem şarabın geçmişi hem de geleceğidir. Sanki orada tek bir anda bütün kum saati durmuş gibi. Zamana atılmış bir ilmek, zamanda bir durak, zamanda istasyonlar… Bu yazıda eski bir istasyona bakacağız. Yukarıda Hayali’den aldığımız beyitteki gibi dünya işlerinden dinlenmeye çekilmiş, artık şarabın özünün de özü olmuş iki kadından söz edeceğiz. Yıllanmış bir şarabın kırmızısı kadar aşkla dolu ruhlarına ve bir medeniyetin sanat yoluna emek vermiş, ses vermiş iki görgü şahidine, zamanın müşahitlerine kulak vereceğiz. Zaman tünelinde doğumları 1928 ve 1935 olan iki kadının dopdolu hayatlarında biriktirdiklerini, onların gözleriyle şimdiyi, geçmişi ve geleceği bir arada görmeye, duymaya çalışacağız.

Her devrin bir ruhu var, bu ruh öylesine canlı ki en çok da kendisini kadınlarda gösteriyor. Kadının alıcılığının zamanla ve doğayla uyumu yüzünden belki de. Her devrin kendine has saç modası, çantası, ayakkabısı, boyası, sürmesi… Zamanı somutlaştıran kostümler devirleri de birbirinden ayırıyor. Zaman durmaksızın değişiyor, hiçbir şey aynı kalmıyor, yüzler, bakışlar, kitaplar, sinemalar, sürekli bir akışta bazen acı bazen keder bazen mutluluk bazen hasret bazen barış bazen savaş en sonunda ise tortu oluyor geriye kalan, yani hafıza.  Ve zamanın akışında kültür bağlarının nesilden nesle aktarılması ancak hafıza sayesinde mümkün olabiliyor.   

Bu hafızanın en özellerinden birisine tanıklık edebilmek için 2011’de Darülaceze Müdürlüğü tarafından kurulmuş Sanatçı Yaşam Evine doğru yol alıyorum. Benden çok önce bambaşka politik koşullardan geçmiş, dönemlere tanıklık etmiş insanları hem tanımak hem de onlar aracılığıyla kültürel mirası aktarmak istiyorum. Sanatçı Yaşam Evi, Yakacık’ın tepesinde, adalara nazır kurulmuş bir yer. İçerisi apaydınlık, sakin bir havası var.  Adımımı attığım gibi birçok değerli sanatçıyla tanışma fırsatı buluyorum: Kimi zamanın en ünlü Yeşilçam oyuncuları, kimi bir zamanlar hit olmuş şarkıların besteciliğini yapmış bir müzisyen, kimi ise yazar… Bu insanlar arasında yaşları ve tecrübeleri ile ayrılan iki insan dikkatimi çekiyor; Selma Selçuker ve Ayten Erman.

Görkemli ve duygusal, kırılgan ve bir o kadar güçlü iki kadın. Zor zamanlardan geçmişler, birçok insan birçok olay gelip geçmiş hayatlarından ve şimdi aynı dünyanın içinde onlar olgunluğa ermiş ben ise yolun basında bir gencim. Aynı dünya demek, ne derece doğru bilemem. Çünkü onlarla aynı dili konuşmadığımın farkındayım. Nezaket bu dilin mayası. Kaba kelimelere, hitaplara yer yok. Dile işlemiş bir saygı var. O saygı belki de insana duyulan saygı. Hem karşısındaki muhatabını hem de kendisini yücelten bir dil bu. İnsanlar saygılarını yitirdiklerinde dile olan saygılarını da yitirirler. Zamanın akışını kelimelerde izliyorum. Bu birikimi şiirde, hitabette ve bu iki kadının dudaklarından dökülen kelimelerde yeniden duyuyorum. Kültür kendini en çok en çok dilde gösterir. Peki dil kaybolmaya yüz tuttuysa nedir elimizde kalan? Elimizde kalan, dili hâlâ dillerinde koruyan eski nesillerdir.      

                                 I. Bölum

            Selma Selçuker, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın gazetecilerden. Gazeteciliği duayen isimlerden öğrenmiş, ömrünü öğrenmeye ve öğrendiklerini ülkesine aktarmaya adamış bir insan. Birçok röportaj yapmış, sergiler açmış, öğrenci yetiştirmiş. Röportajlarından derlediklerini ise Basın Müzesi’ne armağan etmiş. Şimdilerde ise dün yaşanmışçasına aklında tuttuğu anılarını “Meşhurlarla Kahve Keyiflerim” isimli bir kitapta toplamak istiyor. İlk başta mütevazı gibi görünen odasında bir anda kendinizi Haldun Taner ile bir söyleşide bulabiliyor, Peyami Safa’nın bir sözünü, Abdi İpekçi’den gazetecilikle alakalı bir nasihati işitebiliyorsunuz. 92 yıllık ömürden kalan birkaç eşya, kitap, gazete kesitleri ve bolca hatıra… Duvarda asılı çerçeveletilmiş bir mektup ve rahmetli babasıyla çekilmiş bir fotoğraf var. En az 90 senesi var fotoğrafın, neredeyse bir asırlık. O fotoğrafın yanında da özenli bir el yazısıyla “Kızıma” diye başlanmış bir mektup ilişiyor gözümü ve soruyorum:

-Çocukluğunuzdan size hatıra olarak ne kaldı? Kimleri örnek aldınız, hangi özelliklerinizi çocukluğunuza borçlusunuz?

-Babam benim için çok kıymetlidir. İdolümdür babam. Hassas ama mutlu bir çocuktum. Annem ve babam çok mutluydu, ya da bize öyle gösterdiler. Mutlu bir hayatım oldu. Mutlu derken, zengin değildik. Babam belediyede hesap işleri müdürüydü, bir mevkii sahibiydi. Fakat tek kuruş rüşvet almayan biriydi. Hatta yanında otuza yakın murakıp vardı, bir tanesi bana her ay maaş aldığında çikolata getirirdi ona bile mâni oldu, o bile ona rüşvet gibi geldi. O karakterinden miydi, Müslümanlığından mıydı bilmiyorum. Mesela bugün de ben hak yememeye bakarım. Yine, “elektrikleri kapatın” derim. Benim cebimden çıkmıyor ama yazık değil mi? Belki bunlar çocukluktan kalmıştır. Bir de bu hoşgörü de hep babamın etkisidir. Annem de mızıkçı bir kadın değildi, hiç kavga ettiklerini bilmem. Ben babamla çok iyi arkadaştım. Her şeyi konuşurdum. Annem erkenden, benim liseyi bitirdiğim sene rahmetli oldu ve ben de bütün ömrümce anne hasreti çektim. Annem saraylı bir kadının yanında büyümüş, dolayısı ile hem terbiyeli hem çekingendi. Büyükannem, yani annemin kayınvalidesi çok severdi annemi. O öldükten üç sene sonra öldü annem ve dediler ki dayanamadı gelinini aldı yanına. Annemden kibarlığı öğrendim. Dediğim gibi zengin değildik ama temiz, pak bir yaşantımız vardı. Hele o zaman kimseler zengin değildi. Ekmeğin karne ile alındığını gördüm ben. Onun için bugün bir lokma ekmeği atmaya çekinirim.

Ben sokakta oynayarak büyüdüm. Doğma büyüme Kadıköylüyüm. Evimiz iki katlı, bahçeliydi. Komşu çocukları ile bahçelerde oynardık. Okula giderdik bizim harçlığımız olmazdı. Bir şey yerken arkadaşınızla paylaşın derlerdi. Poğaçayı çok severdim, o zamanlar da poğaça almak lükstü. Poğaça alırdım, yarısını da arkadaşıma verirdim o zaman da gözüm kalırdı. Hâlâ bende huydur paylaşmak.

Babam beni denize gönderirdi, mayo giydirirdi ki benim çocukluğumda bunlar açık şeylerdi. Fakat erkek arkadaşa müsaade etmezdi. Üniversiteye gittim babam erkek arkadaş yapmamaya çalış derdi. Dolayısı ile ben flört etmeyi de beceremedim.

Evde o zamanlar büyük tabaklarda sigara konulurdu. Ben liseyi bitirmişim, annem ölmüş, sigara içmeyi hak ettim herhalde dedim. Tuttum bir sigara yaktım. Sonra birdenbire dedim ki babam sigarayı hiç sevmez ve benim içtiğimi fark ederse üzülür ve ben hiçbir şeye bağımlı olmayayım dedim, söndürdüm.

-Mesleki hayatınızdan bahseder misiniz?

-Yıllarca gazetecilik yaptım fakat şimdi gazeteciliğime baktığım zaman hiç başarılı bulmuyorum. Bende iyi ve kötü huy olarak tevazu var. Birçok meşhur kişiyle tanıştım: Adnan Menderes, İsmet İnönü, Barış Manço… Pek çok kişiler. Fakat şimdi bakıyorum da hiç soru sormayı bilmemişim. Öyle fırsatlar kaçırmışım ki… O zaman benim fotoğraf makinem yoktu. Pek çok kişinin fotoğrafını almak kısmet olmadı. Birçok röportaj yaptım. O röportajlardan bir kısmını ses bandına aldım. Çoğu rahmetli olan çok büyük gazeteciler. Bunları basın müzesine hediye ettim. 

Mesela bir tanesi hep aklıma gelir evvela; ben gazeteciliği üniversitede okudum. İktisat fakültesine bağlı olarak Gazetecilik Enstitüsü kurulmuştu, oranın ilk öğrencilerindenim. Haldun Taner benim öğretmenimdi üniversitede. Çok tatlı bir hocaydı. Ben çocukluğumdan beri kahveyi çok severim, imtihana girmeden önce, kapının dışında kahve içiyordum. Hoca girdi sınıfa, “Kâğıt kalemlerinizi çıkarın, kahve içmek serbesttir,” dedi bana laf atarak.

Yıllar sonra, Haldun Taner ile Çağaloğlu’nda Gazeteciler Cemiyeti buluşmak üzere sözleştim. Cağaloğlu’nu çok severim zaten, bizim gazeteci muhitimiz orasıydı. “Az vaktim var ama konuşalım” dedi fakat bir buçuk saat konuştuk ve ben bu konuşmayı banda aldım. Tiyatroyu, yazarlığı konuştuk. Ayrıldık, üç gün sonra vefat etti. Milliyet gazetesinde Altan Öymen yazı işleri müdürü idi o zaman. Cağaloğlu’na gittim ve ona verdim. ‘Haldun Taner’le konuşan son gazeteci’ diye Milliyet’te çıktı. Benim için hem tatlı hem acı bir anıdır.

Karikatür sergisi açtım. ‘Mesleği karikatürist olmadan karikatür çizenler.’ Evde Fatih Sultan Mehmet’in Çocukluk Çizgileri isimli bir kitap bulmuştum. Oradan yola çıktım. Zannediyorum 60 kişi buldum. Abdi İpekçi’nin de karikatürü vardı. İsmini de karikatürist Tan Oral koydu: ‘Yan Çizenler.’

İyi bir gazeteci araştırmacı olmalı. Abdi İpekçi çok iyi bir gazeteciydi. O, bir kişi balkondan düştüyse ‘üçüncü kattan mı, ikinci kattan mı tam öğrenin, gazetecinin işi doğru yazmaktır,’ derdi.

-Eşiniz Nedret Selçuker ile nasıl tanıştınız?

“İstanbul Üniversitesi’ne Amerikalı gazeteci profesörler konferans vermeye gelmiş, biz de onları dinlemeye gitmiştik. Kenardan dolaşarak gittim. Bir kişiden geçmek için müsaade istedim ki o kişi eşimmiş. Yani çöpçatan çatınca çatıyor, rahmetli. Gençliğinde güzel karikatürler çizermiş, üniversitedeyken. Benim karikatürümü yapmış ve bizden bir üst sınıfta Vasfiye Koçak var, ona vermiş. O da hemen tanımış beni. ‘Nedret bu kızı rahat bırak, musallat olma’ demiş.

Nilüfer Hanım vardı idarede. ‘Yeni Sabah gazetesinden öğrenci istediler biz de seni seçtik gider misin?’ dediler. Ben de babama sordum, ‘Git bakalım’ dedi. Ertesi gün Yeni Sabah gazetesine gittim, tesadüf Nedret de orada çalışıyor. Sabri Esat Siyavuşgil hocamızdı. O sıra Dumlupınar denizaltısı batmıştı, onu yaz demişti. O vesileyle Nedret ile ahbaplık kurduk. Bir gün üniversiteme geldi ve beni Olgunlaşma Enstitüsü’nde bir defileye çağırdı, beraber gittik. O zaman kıyafetlere isim koyarlardı, sonunda gelinlik vardı. Gelinliğin adı Saadet Yolu’ydu.

Dönüşte hangi yoldan gideceğimi sordu, sonra ‘Bu yoldan gider misin?’ diye sordu. O zamanlar o bana tesir etmiyordu. Çıktık oradan, Beyoğlu’nda Pakiş Pastanesi’nde oturduk. Bana ciddi olduğunu söyledi. Tam hayır diyecektim ki o sırada yüzünde bir ifade gördüm. O ifade bana babamı hatırlattı ve düşüneceğimi söyledim. Ondan sonra gezmeye başladık. Kanlıca’dan Çubuklu’ya el ele yürüdük. Çubuklu’nun tepesinde iki çam ağacı vardı, onun dibinde otururduk. Çok güzel bir sesi vardı, bana şarkı söylerdi. O sırada da bir bülbül bize eşlik ederdi.

Benim için hâlâ aşk değildi, aşkı hâlâ tarif edemem. Sevilmek güzel. O kadar çok sevdiğini hissettirirdi ki. Bütün evliliğimiz boyunca hep bana mektuplar yazardı. Sabahları ben su içerim, bardağımın üstüne tabak bırakırım. O da o tabakların üstüne mektuplar bırakırdı. Biz o mektuplara “su mektupları” derdik.

Hayatımca hep onun gölgesinde kaldım çünkü o şöhrette beni geçti. Ben zaten mütevazıyım ve zaten o kadar iddialı değilim. İyi bir gazeteci olmaya çalıştım ama şimdi iyi not vermiyorum kendime. Onun gazeteciliği, spikerliği, hocalığı dört dörtlüktü. Bir isim bıraktı. O ismin artısı ve eksisi var. Benim için eksi tarafları var fakat onları söylemek hoşuma gitmiyor.

            Selma Selçuker’in eşi Nedret Selçuker Adnan Menderes’in, İsmet İnönü’nün, Celal Bayar’ın güvenini ve samimiyetini kazanmış bir gazeteciymiş. Bir anısını anlatıyor Selma Selçuker bana: ‘Gazeteci yalana tenezzül etmemeli, İsmet İnönü tüm gazetecileri çıkarır Nedret’i tutarmış kamarada çünkü doğruyu yazacağını biliyormuş. Ona ‘Paşam, hiç âşık oldunuz mu?’ diye sormuş Nedret. O da ‘Hiç düşünmedim, Mevhibe duymasın’ demiş.”

 Sonra şu sözleri ekledi: “Eşim çok iyi bir gazeteciydi, onun şöhretinin yanında ben de çırpına çırpına bir şeyler yaptım.”

-Geçmişten günümüze gelmek, biraz da günlük hayatınızdan bahsetmek istiyorum. Sabahları nasıl başlar?

“Sabah uykularını çok seviyorum, fakat gayret edip 8.30-9 civarında kalkıyorum. Önce yatakta bacaklarıma ufak bir jimnastik yapıyorum. Sonra yardımla gidip yüzümü yıkıyorum, dişlerimi fırçalıyorum ve saçlarımı tarıyorum. Sonra yardımla giyiniyorum. Takılarımı unutmuyorum, parfüm ve yüz kremi de muhakkak sürüyorum. Ardından odamda kahvaltı yapıyorum, kahvaltı yaparken televizyon ve gazetelere göz atıyorum. Kahvaltıdan sonra spora gidiyorum, genelde kahvemi orada içiyorum arkadaşlarımla birlikte. Kahvemi ilk günden beri burada arkadaşımız Cengiz yapıyor, bana özel ve bana anne diyor. Spor hocamız Bekir de hem hocamız hem arkadaşımız çok seviyorum. Öğlenleri de yemek, sonra bir şeyler okumak veya televizyona göz atmak ve biraz uyuklamak şeklinde geçiyor. Öğleden sonra 3’te çay saatimiz var, bazen misafirlerimiz geliyor veya arkadaşlarla kendi aramızda sohbet ediyoruz. Akşamları da genelde kitap okuyorum. Bazen sinemaya, konsere veya tiyatroya götürüyorlar.”

-Yaşam Evi’nin en çok hangi özelliğini seviyorsunuz, en sevdiğiniz köşesi neresi?

-Yaşam Evinin en sevdiğim özelliği maddi ve manevi havası, manzarası, temizliği, sevecen hizmetleri. Müdüründen çamaşırcısına kadar herkesi çok seviyorum, kendimi ailem içinde görüyorum. En sevdiğim köşesi mi? Ben her köşede keyif bulurum, onun için her köşesini seviyorum.

-Peki sanatçılarla yaşamak nasıl?

-Yıllardır gazeteciliğim sebebiyle sanatçılarla çok dostluğum var, ayrıca eşim aynı zamanda sanatçı olduğu için, sanatçılarla çok yaşadım. Kulisten, soyunma odalarına kadar sahneleri ve sanatçıları, sanatçı kaprislerini, oldukça iyi tanırım. Bazı insanlar yaşlandıkça huysuzlaşıyor, bazıları ise olgunlaşıyor. Ben burada kendimi bir insan müzesinde gibi hissediyorum. Hepsiyle aram iyi, ama bazen onlar birbirleriyle takışıyorlar.

-Mesleğinizi bir kadın olarak sürdürmek nasıl bir tecrübe oldu sizin için?

-Mesleğimi bir kadın olarak sürdürmek bana sıkıntı olmadı. Çünkü ben kolay gazetecilik yaptım: Röportajlar, köşe yazıları vesaire. Polisiye ve siyaset konularım değildi, fakat eşim Nedret Selçuker dolayısıyla siyasi gazeteciliğin de heyecanlı bölümlerini yaşadım.

-Burada, odanızda geçmişten sakladığınız eşyalar var mı?

-Bazı imzalı kitaplar, babamın bana evlenirken yazdığı şiir, eşimin bana yazdığı bazı notlar, bazı plaketler, bazı ufak tefek hediyeler, şimdi Finlandiya’da hoca olan öğrencimin bana öğrenciyken yaptığı bir iki resim var. Evimdeki kıymetli tabloların hiçbirini getirmedim sadece bazı fotoğrafları aldım.

-Arkadaşlarınız ile neler yapmaktan hoşlanıyorsunuz? Sıkıldığınız oluyor mu hiç?

-Buradakiler ile kahve ve çay muhabbetleri yapmayı, onlarla şakalaşmayı seviyorum. Çok şükür eski arkadaşlarım pek çok, onlarla da hâlâ görüşüyorum. Şükürler olsun henüz sıkılmaya vaktim olmadı. Hâlâ kitap yazma fikrim var. Eskiden hizmet verdiğim eğitim vakıflarıyla da iletişim içindeyim.

-Hayat size neler verdi, neler biriktirdiniz?

-Hayat bana çok şey verdi ama ben hayatı tam kullanabildim mi, hayır. Hiç sevmem keşkeleri ama keşkeler var. Hiçbir zaman paraya kıymet vermedim, para da bana kıymet vermedi. Fakat dosta kıymet verdim ve dostum çok. Geriye dostluk kaldı, sevgi kaldı…Hem yaşamda hem de gazetecilikte hem de halkla ilişkilerde hem de aile çevresinde hep hayata olumlu bakmaya alışmışım. Hem yaşam tarzımda hem de çalışmamda iyimserim. Buraya geldim, herkes “ah, huzur evi!” dedi fakat ben buraya gelmekten çok mutluyum. Hep iyi insanlar geliyor etrafıma, ışık gibi.

-Ben yüzümü boyamayı, her gün eski de olsa her gün farklı kıyafet giymeyi severim. 92 yasına bastım fakat ölüm korkusu yok bende, nasıl olsa öleceğiz. Yaşadığım kadarıyla hayatı seviyorum, insanları seviyorum, çocukları, çiçekleri, her şeyi çok seviyorum. Bu sevgi, güleryüz ve iyi niyet tüm kapıları açıyor. Gazeteciliğe de böyle bakıyorum. Gazetecilik; olumlu olmak, karşındakine itimat telkin etmektir. Katiyen yalana yer vermemek demektir. O kişinin istemediği bir bilgiyi, bir fotoğrafı koymamak, o kişiyi incitmemektir. Hep karşımdakinin yerine koyarım kendimi. Kırmadan tüm sorularını sor! Dedim ya, ben soru sormakta biraz cimri davranmışım, şimdi onların farkındayım. Çok mutluyum, o mesleği nasıl seçtin dersen, severek seçtim. Zaten bir işi severek yaparsan, bulaşığı bile severek yıkarsan iyi olur.

                                II. Bölum

            Hisseli Harikalar Kumpanyası’nın Fidanı, Çılgın Bediş’in Mefareti ve kardeşi Ayşen Gruda’nın biricik ablası tiyatro sanatçısı Ayten Erman ile devam ediyorum sohbetime. Ayten Erman, 26 Kasım 1935 tarihinde Yeşilköy’de Erman ailesinin ilk kızı olarak Osmanlı zamanında karargâh olarak kullanılan bir köşkte doğmuş. Tosun Paşa, En Büyük Şaban, Şendul Şaban gibi filmlerin yanında Kenan Büke Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Tuncay Özinel Tiyatrosu ve birçok özel tiyatro ve müzikallerde roller almış bir sanatçı. Yılların dinginliği var Ayten Erman’ın üstünde.  Usta bir tiyatro sanatçısı oluşundan mı bilmiyorum fakat kelimelerin bittiği yerde gözleri, mimikleri, elleri konuşuyor sanki. Hatta onu anlamak, onun hayatına tanık olmak için onunla konuşmaya gerek yok bile diyebilirim. Odasına adım atar atmaz insanın dikkatini çeken hoş bir koku, resim ve ödüllerle donatılmış duvarlar ve bir köşede bir çınar gibi öylece oturan bir kadın… Ondan öğrenecek çok şeyin olduğunu bilmenin heyecanıyla sohbetime başlıyorum.

-Yeşilköy’de büyüdük. İstanbul’un en mutena semtlerinden biriydi. Anneannem bir Osmanlı kadınıydı. 50 yaşından sonra yeni Türk alfabesini öğrenmiş, onunla matematik çalışırdım. İyilik kaldı çocukluğumdan bana. Ailem çok güzel yetiştirdi bizi. Avni Dilligil ve Aliye Rona annemle ve babamın gençlik arkadaşları idi. Beni annem aldı Aliye Rona ile tanıştırdı bir gün. Sanatı Avni Dilligil’den öğrendim. Bütün büyük oyuncular onun öğrencisidir ben de onun tiyatrosunda yetiştim. Çığır Tiyatrosu’nda, 15 yaşları civarındaydım o zaman. Güçlü kadın olmayı annelikle öğrendim, ben oğlumu maddi manevi tek başına büyüttüğüm için güçlü olmam lazımdı. Hâlâ sağlıklı kalmaya çalışıyorum çünkü bir oğlum iki tane de torunum var. Hayatında ailen için, çocukların için, mesleğin için güçlü olman lazım.

-Müzikalleri, tiyatroyu özlüyor musunuz?

-Hem de nasıl… Bir şey olsa da ufak, bana göre bir rol buyrulsa ve perdeyi kapatsam. Öyle bir rol ki; oturduğum yerde, konuşmayan, sadece bakışlarıyla oynayan bir rol istiyorum. O kadar güzeldir ki sahneye çıkmak… Tiyatrocu olarak sahneye çıkıp da o rolü oynarken karşında oturan seyircinin gözlerinde o sevgiyi görmek, o alkışı duymak o kadar büyük bir onur ki… Sanatçıyı besleyen şüphesiz ki o coşkulu alkış. Ben çok yaşadım o güzel duyguyu. Ben fazla para kazanmadım ama seyircinin sevgisini ve alkışını kazandım. Anlatacak kuvveti bulamazsın, onu hissedersin sadece.

Sonra, kısa süre önce kaybettiği kardeşi, tiyatrocu ve oyuncu Ayşen Gruda’dan söz ediyor Ayten Hanım:

-Ayşen bizim ailemizin medarı iftiharı idi. Oyuncu olmasına ben vesile oldum. Biz üç kardeş tiyatrocuyuz fakat Ayşen hepimizi geçti. Küçükken bizi toplardı, tiyatroculuk oynardık. Ayşen avukat olmak istiyordu fakat ilk tiyatrosundan itibaren çok ilgi topladı. Onun gibi sanatçı çok azdır.

-Gençlik yıllarınıza dönmek ister miydiniz? O zamanları yaşamış olmayı seviyor musunuz?

-Yaşımdan memnunum. Her yaşımı çok güzel yaşadım. Çocukluğumu çok güzel yaşadım. Yaşadığım devirden çok memnunum. Gençliğimi, genç kadınlığımı çok güzel yaşadım. Büyük bir aşkla evlendim. Şurada (Yaşam Evinde) bile çok güzel yaşıyorum. Oynadığım filmler de çok güzeldi, Tosun Paşa, İffet, Şalvar Davası hepsi hit olmuş filmler. Operet oyuncusu olarak başladım. Bir film çekmiştik, Ahmet Mekin ile. “Bu hanımefendiye dikkat edin o antikadır ona göre davranın” dedi.  Sanatçı olarak Nisa Serezli ve Gülriz Sururi’yi çok beğenirdim. Hisseli harikalar kumpanyasında bale yapıyordum. Adile Naşit, Asuman Ersan, Belkıs Dilligil, ben. Adile ile çok yakın arkadaştık. Hâlâ onu çok anıyorum. Rüyalarımda, yalnız kalıp düşündüğümde hâlâ benimleler. O zaman arkadaşlık, ölümüne arkadaşlıktı. Adile, Belkıs ve Asuman en samimi arkadaşlarımdı. Eteğimde paradan başka her şey var. Oyuncu oldum, çok güzel şeyler öğrendim hayatta.

            Ayten Erman ile sohbetim sırasında hissettiğim şey; sahnelere, müzikallere, sahillere sığmayan ömrün, gün gelip de bir küçük odaya sığabilmesi oluyor. O ömrün hülasası, pencere kenarındaki menekşeler, çerçevelerdeki sararmış resimler, eski gazete kupürleri, sayısız ödül olarak bir odada hayat bulmuştu. Küçük sandığım o oda, aslında geçmiş zamanın tüm hatıralarını, acılarını, sevinçlerini, hayallerini barındıracak kadar büyüktü, bunu konuşunca anlıyorum. Beyaz saçlarına taktığı pembe çiçek ve onunla uyumlu pembe ruju ve şalı ile karşımda kendinden emin bir tiyatro sanatçısı oturuyor.

            Farklı yerlerde doğmuş, farklı yaşantıları olmuş bu iki kadını hayat sonunda bir araya getirmişti. Hayatı algılayış biçimleri, mizaçları farklıydı fakat onları benzer kılan bazı özellikler gördüm. İkisi de çok güçlü ve kendi ayakları üzerinde durabilen ve bunların hepsini büyük bir nezaket ve samimiyetle yapan kadınlardı. Onlar, bütünleştikleri mesleklerini sözlerinde ve yaptıklarında yaşatmaya devam ediyorlardı.

Anlıyorum ki bir insan yaptığı işi sevdikten sonra o meslek onun bir parçası oluyor hatta onu ölümsüzleştiriyor. Bir insan demek ki yaptıklarıyla sonsuzluğu yakalayabilir. İyi bir sanatçı, gazeteci, iyi bir bilim insanı yıllar geçse de hatırlanır ve yaptıklarıyla var olmaya devam eder. Ustalardan, gazetelerden, sahnelerden, kitaplardan, sergilerden upuzun iki yol… Mütevazı oldukları kadar dik duruşlu, neşeli oldukları kadar ise gerçekçi iki kadın… Anlatışlarındaki samimiyet geçmişten gelen samimiyetti.  Ama bu sefer yok olup gitmedi ve bende karşılığını buldu ve ömrüm boyunca da hep bulacak.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks