Deneme, Röportaj

NEFRETİ DÖNÜŞTÜRME SANATI

By

Normal, içinde bir tehlike barındırır. Bu tehlike hemen herkesin normalleştirme eğilimine yatkınlığıdır. Peki, normal olan nedir? Cevap kelimenin kökünde saklı: “Norm”.

Norm; bizlere kuralları, uyumu ve uygun olanı tekrar edip durur. Bütün kuralları ve uyumu ile normalimizi oluşturur. Normal dayatır, şekillendirir. Şekillendiremediklerini, peşinde olmayı reddedenleri, diz çöktüremediklerini ise acımadan çemberin dışına atar. Onlara acımasızca sıfatlar takar. Dışarıda bırakılanlar “uyumsuz, istenmeyen, kusurlu” olarak adlandırılır. Ancak ve ancak cezalandırılarak terbiye olacaklarına inanılır.

Normal olanı benimseyenler farklı olanı terbiye etme gücünü farklı anlatılardan alırlar. Oysaki dini öğretilerden edindiklerimiz, kültür olarak adlandırılan anlatılar, maruz kaldığımız bilgiler ve ilişkiler zihinlerde yoğurulmuşlardır. Yani bireyin gerçeği, yaşadıkları ve bakış açısıyla şekillenmiş, algıya dönüşmüştür. Baskın olan algı o derece benimsenmiştir ki her türlü edebi anlatıda; şarkıda, şiirde veya sinemada yorumlanmadan kabul edilir ve topluma mal edilir. Aşk kadın ve erkek arasında olandır, iki kişiliktir. Gerçeği bu şekilde algılayıp “normal” kılan insanlar kendilerinden olmayanlara karşı derin bir korku ve öğrenilmiş bir nefret duyarlar. Dayatmayı sürdürenler aslında korkularına esir olanlardır. Korkularını nefretleriyle örtmüşlerdir. Oysa öğrenip benimsediğimiz geçmiş anlatılar da birer yanılsamadır.

Doğumumuzdan itibaren toplum hepimize bazı görevler yükler. Bazen isteyerek, bazen dayatmalarla taşırız bu görevleri.  Toplumun ideolojik tahakküm mekanizmalarının ilk durağı olan ailede başlayan talepler, dayatılan zorunluluklar devamlı gözümüze sokulur. İlk zamanlar, annemiz veya babamızın doğruları ile başlayan bu yolculuğun ikinci durağını da okullar oluşturur. Okula gider, bu kez toplumun doğruları ile yaşamaya, aşkın bile “normalini” benimsemeye çalışırız.

Bazen normal karşımıza heteroseksüel bir ilişki olarak çıkar. Bu soğuk gerçek insanın irkilmesine sebep olur ve talep edileni benimsemek zorunda hissetmiyorsak “anormal” olarak adlandırılırız. Algılarımızda doğru olmayana fikir sormayız, var olduğunu reddederiz, şekillendirmek için çeşitli kalıplar hazırlarız. Toplum algıları şekillendiredursun kalıplara sokmaya çabaladığı eşcinsellerin de söyleyecekleri var elbette. Bu noktada Kaan bizlere şunları anlatıyor: “Maruz kaldığımız her türlü söylem, görsel, imge ve davranış çocukluktan itibaren bizim ‘normalimizi’ inşa ediyor. Eşcinsellik de heteronormatif bir toplumda otomatik olarak anormal oluyor.”

Baskı mekanizmalarının bir yüzü olarak cinsellik, aşk, ilişki eşcinselleri bu noktada çıkmaza sürüklüyor. Kriz aslında tam da burada başlıyor. Hakikat ve normal olan arasındaki çatlak, bireyler ve toplum arasındaki gerginliğin yegâne sebebi sayılır. Deneyimlerin bile kıstaslara uymadığı sürece eleştirildiği bir düzen düşünün ve kim olduğunuzu bulmaya çalışın. Var olmak başlı başına zorken bir de sana uymayana ayak uydurma zorunluluğunda hissetmek ne kadar mutluluk verici olabilir? Üstelik hakikat bu şekildeyken sinema bu hakikat seyircisinin karşısına tam anlamıyla çıkarmıyor. Peki öyleyse sinemada hakikatin inkâr edildiğinden bahsedebilir miyiz? Sinemada hakikatin yönü baskın olana mı dönüktür? Cevabın ‘çoğunlukla evet’ olması sinemada bu bağlamda doğru işler yapılmadığının bir kanıtı sayılabilir mi?

Evet, insan yüzyıllardır hakikati görmezden gelerek onu yadsımaya çalıştı. Belki de hayatta kalmasının sırrı buydu! Fakat bu noktada şunu hatırlatmakta fayda var: Hakikat kişilere ya da gruplara göre şekil alabilir mi? Kanımca, sinema da bu normali hakikatmiş gibi üretme ve sergileme yanılgısına düşmemeli. Normal olan; sinemada imgelerle işlenir, eşcinseller de kendi imgelerini sinemada ararlar fakat bu seyir içerisinde bunu pek bulamazlar. Ve bu, bir krizin başlangıcı sayılabilir. Sonra kaçınılmaz olarak o soru gelecektir elbette: Aşk, ilişkiler ve cinsellik yalnızca normalin baskısı altında şekillendirildiğinde mi doğrudur? Bu noktada ise Özgün’e kulak kesilmekte fayda var: “Filmlere bakarsak birçoğunda, eşcinselliğin sadece bir erkekle bir erkeğin, bir kadınla bir kadının, bir trans bireyle bir erkeğin ya da diğer LGBTİ+ bireylerin sadece “seks” için bir araya geldiklerini yansıttıkları bir durum söz konusu. Tüm algılar bunun üstünden yaratılıyor. “

Ne yazık ki eşcinsellerin temsilleri çoğunlukla seks bağlamında ele alınıyor. Yani cinsellik de neredeyse tabularla ve kalıplarla sınırladığımız bir dünyadan ibaret bizim için. Bu durumda cinsellik ve aşk da kaçınılmaz olarak normla baskılanıyor. Genellikle “olmaz” kalıpları içerisinde, haz almadan sadece üreme için harcadığımız dakikalarda sıkışıp kalmış bir andan ibaret oluyor. İş öyle bir boyuta ulaşıyor ki her şeyi normalleştirme yanılgısına düşerken cinsel ilişkilerde de baskın olanın doğru olduğunu kabul eder hale geliyoruz.

Peki baskın olan doğru mudur? Cinsellik yalnızca üremekten mi ibarettir? Aşk ve ilişkilerde duyduğumuz haz yanlış veya günah kabul edilebilir mi?

Bizler ne yaparsak yapalım ne kadar değiştirmeye çabalarsak çabalayalım, yaratılan gerçeklik kalıplarından pek vazgeçilecek gibi değil. Özgün’ün sözlerini burada anmak gerek: “Tüm boşluklar yaşadığınız ülkenin algısıyla ve durduğu yerle alakalı. Bu sebeple siz nerede neyi yaşıyorsanız “sorunlu olan” şey de makroyu birebir yansıtıyor. Eşcinsellik bizim sinemamızda da yok denecek kadar az. Konuşulmuyor. Bağımsız birkaç film dışında görmeniz mümkün değil. O insanlar asla yokmuş, azınlıkmış gibi davranılıyor.” (1)

Sonuç olarak bu durum sinema ve hakikat arasında parçalanmaya sebep oluyor. Zira parçalanmanın toplumsal, makro zeminle bir ilişkisi var. Bu yüzden olsa gerek sinema hakikatin tümünü, toplumsal gerçekliğe dair tabuları yıkarak, temsiller aracılığıyla veya yalın bir şekilde perdeye yansıtmakla yükümlü alanlardan biri. Hedefinden şaşmayan bir şekilde izleyicisinin karşısına çıkması umulan bir alan, bir keşiftir. Sinema izleyiciye hiç görmediği yerleri ve kişileri keşfetme olasılığı sağlayan bir yolculuktur. (2) Bu yolculuğa kimi zaman huzur, kimi zaman endişe eşlik eder. Aynı temsil sıkıntıları yaşayan eşcinsellerin konu alındığı filmler gibi.

Beyazperdede kimi zaman güçlü karakterler, kimi zaman zayıf roller, kimi zaman da baskın özelliklerle karşımıza çıksalar da sahiden beyaz perde eşcinsellerin hakikatlerini olduğu gibi yansıtabiliyor mu?  Bu soruyu çok da karamsar yanıtlamamak gerektiğinin ışığını olsa olsa Call Me By Your Name (Beni Adımla Çağır) filmi yakabilir.

Film, iki eşcinselin derin sevgilerine rağmen birbirlerinden vazgeçişlerini konu ediyor. Aşk kişiler arasında yaşanabilecek en nadir duygudur. Oysaki bu koca dünyada kişinin kendisi için doğru insanı bulması zaten yeterince zordur. Oliver ve Elio arasındaki ilişki asla kaba cinsellikten ibaret değildir. Buna rağmen ailesinin normları yüzünden bir kadınla evlenen Oliver, Elio’dan vazgeçmek zorunda kalıyor. Oliver gerçeğini yadsıyarak olmak istemediği bir hayatta var olma savaşı veriyor. Film eşcinseller arasında da olumlu bir şekilde değerlendiriliyor. İzleyenler, filmde kendi imgelerini arıyor ve bulduklarını söylüyor. Tam da bu noktada Kaan bize şunları anlatıyor: “Call Me By Your Name’in karakterlerini anlatış şekli çok saf, naif ve doğal. İki insanın aşkına tanık ediyor bizi.”

Aynı filmi izleyen Özgün ise filmin duyguları rahat bir zeminde izleyiciye geçirdiğini, bu yüzden de karakterlerle özdeşleşebilmenin kolay olduğunu düşünüyor. Burak ise sinemaya ve onun gücüne olan inancını diri tutmaya çalışırken, sansürün yarattığı algıya ve sansürün etkisine dikkat çekiyor: “Sinema bu konuda çok eğitici ve doğru temsillerle aslında halktaki yargıyı kırabilecek güce sahipken sansürle birlikte yanlış, normal olmayan algısı yaratılıyor.”

Görüştüğüm eşcinseller kendi imgelerini tam anlamıyla bulamıyorlar. Sürdürdükleri savaşta da tanınma mücadelelerinde de yanlarında yer almıyoruz. “Onlar” diyoruz ve ötekileştiriyoruz. Duygularını hiçe sayıyoruz. Gündelik hayatta, fotoğraflarda, gazetelerde aslında kendilerini dile getirebilecekleri mecraların hiçbirinde fırsat tanımıyoruz. Bu, sinemada da pek farklı değil.  Sinema sektöründe ana akım içerisinde yer ayrılmayan LGBTİ+ filmler; çoğunlukla dağıtımda kitlelere ulaşamama, her salonda yer verilmeme, heteronormatif estetik algısına yenik düşme gibi sorunlar yaşamakta. Gerek LGBTİ+ bireylerin gerek yönetmenlerin bu duruma tepkileri ise kitlelerin arasında kendini tekrar üretmenin imkânını yaratan ve farkındalık oluşturma amacı güden festivallerle karşımıza çıkıyor. Muhtemelen çoğumuzun ilk defa duyduğu 1991 yılından bu yana Finlandiya’da gerçekleştirilen VinoKino Film Festivali gibi.

Bu tür festivaller ana akım sinemada yer bulmakta zorlanan LGBTİ+ filmlerin ve yönetmenlerinin kendi çıkış yollarını bulduğu mecralardır ve iyi ki varlar!

Bunlar bazılarımızın geçmek zorunda bırakıldığı süreçler. Oysaki insanlar ve duyguları birbirine benzer. Örneğin ilk aşkın heyecanı ve merakını yaşarken duygular cinsiyet gözetmez. Kalıplara sokmaz. Algılar üzerinden bireyleri yargılamaz. Hakikati olduğu gibi özümser ve eleştirmez. Öyleyse tek çıkış tabularımızı yıkabilmek ve hakikati görebilmekte saklı.

KAYNAKÇA

(1) Yılmaz, Özgün. Röportaj. 2 Mayıs 2019

(2) Demir, Kaan. Röportaj. 1 Mayıs 2019

(3) Soylu, Burak. Röportaj. 2 Mayıs 2019

(4) Ahmed, S. (2015), Duyguların Kültürel Politikası, Sel Yayıncılık

(5) Kırel, S. (2012), Kültürel Çalışmalar ve Sinema, Kırmızı Kedi Yayınevi

"İnsanla temas eden her noktada var olan uyumsuzluğu kaleme alıyorum."

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks