Öykü

ROSMARINUS

By

Belma, ahşap mobilyalı yatak odasının kapısından daha önce yüzlerce kez girmişti. Bugünse kapalı kapısının ardında durmuş, eli tokmakta cesaretini topluyordu. Yorgun vücuduyla kapıya biraz daha dayandı ve tokmağı çevirdi. Yılların akışıyla odanın havasına işlemiş ilaç kokusu, yüzündeki kırışıklıkların arasına doldu. Tatsız bir tanış olmaktan çıkmış insanın içindeki sökükleri hatırlatır olmuştu. Gözlerinin sulandığını hissetti. Eğer şimdi ağlarsa, bütün akşamı havada asılı kalan kokuyla beraber yağmur sularına kapılıp gidecekti. Uzun tül perdelerin arasından sızan akşam güneşinden güç aldı ve kapının kirişinden bir adımda geçti. Telaşla odayı toplamaya girişti. İçini sızlatan bu işi çabucak bitirebilirse, odanın kapısını kapatacak ve ayda bir iki kez pencereyi açmak dışında odaya bir daha girmeyecekti.

Gardırop kapaklarını, perdeleri ve pencereleri tamamen açtı. Güneşin ve temiz havanın o suni kokuyu kazıyıp çıkartmasını umuyordu. Komodinin üstünde duran, içeriklerini, muadillerini, dozajlarını ve sıralamalarını istemsiz olarak ezberlediği bütün ilaç şişelerini tek hamlede çöpe attı. Kendini rahatsız eden bir hafifleme hissetti. Bu düşüncelerden kurtulmak için bir iki kez kafasını salladı; çöp torbasının ağzını bağlayıp kapının önüne koydu. Yatağa yöneldi. Mavi pijamaları avcuna aldı. Daha koklamadan burnunun ucunda canlanan, işe yaramaz ilaçların bile değiştiremediği o kokuya gömmek istedi yüzünü. Kendini durdurdu. Lekeli bezler ve sararmış çarşaflarla beraber hepsini kirli sepetine attı. Çarşaflardan çıkan toz zerrecikleri gün ışığında umursamazca uçuşup karyola ile döşeğin arasından yıllardır ilk defa başını çıkaran siyah defterin üstüne kondular. Belma, daha önce hiç tanışmadığı siyah deri defter ile göz göze gelince kalp atışlarını şakaklarında hissetmeye başladı. 

Kimin bu?

Bir defterle ne yapabilir? –Hayır bu Haldun’un olamaz. Belki arada bir kontrole gelen hasta bakıcının not defteridir. –Yatağın altına neden saklasın ki? Belki başka birinindir? Bir ziyaretçinin? –Bizi son yıllarda ziyarete gelen oldu mu? Benim unuttuğum bir defter mi? –Öyleyse ne kadar zamandır orada saklıydı? Kimin bu defter?

Bunlarla beraber sayısız soru ve beyhude cevap aklından süratle geçti. Sonunda her şey sustuğunda saniyeler akıp gitmişti.

Bu cevapsız döngüden yorulan Belma, yatağın ucuna oturdu. Defteri sıkıştığı yerden kurtardı. Damarlı ellerini deri kapağın üzerinde biraz gezdirdi. İki derinin buluştuğu yerde hoş bir hışırtı vardı. Defterin arka kapağı geri bükülmüş, yanlış yerden katlanmıştı. Onun dışında oldukça yeni görünüyordu. Gözlerini kapayıp bir nefes aldı. Kemikli parmaklarıyla ilk sayfayı açtı. 

***

23 Kasım 1993

Dün kocaman, yaygaracı bir tabuta koydular beni. Dakikalarca bekledim. Beyaz ve huzursuzdu. Öylece hareketsiz beklemek gerekiyormuş içinde. Hâlâ kendime gelemedim. Doktorun akıl testinden geçemedim herhâlde ki bana böyle bir cezayı uygun gördü. Beynimi saran plaklar ve yumaklar varmış. O makinenin gürültüleri de bunların fotoğrafını çekiyormuş. Gerçekten oradalar mı diye emin olmak için. Unutkanlığım, orada bir yerlerde bana pusu kurduklarının en büyük kanıtı bana kalırsa.

Beynim şu an iki yumruğum kadarmış. Tahminimden daha küçük ama 64 yılı içinde tutabiliyor demek ki. Doktorun dediğine göre zamanla o yumaklar içini kemirip bitireceklermiş. Biraz tiksiniyorum bu düşünceden. Yumakmış. Ne hafif kelime seçmişler böyle uğursuzluğu anlatmak için. 

Bir zaman sonra kafamın, içi boş bir cevize dönecek olması korkutuyor beni. O yüzden yazmaya karar verdim. Belma’ya anlatamıyorum. Kendisi benden telaşlıdır. Kolibri yüreklim.


13 Aralık 1993

Bugün dükkâna bir müşteri geldi. Hava o kadar soğuktu ki zavallıcık sarı atkısını tuta tuta öksürdü durdu. Kendini toparlayınca geliş sebebini ancak söyleyebildi. Yıllardır biriktirdiği plak koleksiyonunu satacakmış. Elindeki çantada birkaç numune getirmiş. Hepsi de çok değerli, bulunmaz parçalardı. Evinde koliler dolusu varmış bunlardan. Neden sattığını sordum. Cevabını şimdi anımsamıyorum. İyi bir sebebi olduğunu düşünmüştüm. 


17 Aralık 1993

Dükkânımdan evime yirmi dakikada yürürdüm hep. Bugün tipide savrulan buz taneleri arasında yürürken birkaç saniyeliğine yolumu şaşırmışım. Kahrolası bir sokağa sapmışım, yokuş yukarı. Çıkana kadar soluğum kesilmiş; genzim buz tutmuş. Tam en tepeye varmak üzereymişim ki ayıldım. Sonra gerisingeri aşağı. 


22 Şubat 1994

Bugün moruğun birini işten çıkardım. Kış soğuğu kafasına mı işlemiş ne olmuş bilmem. Bir baktım ki bütün albümler, sanatçılar, seneler, türler birbirine girmiş. Ortalık savaş alanı. Yılların titizliğini katletmiş. Önüne geleni ilk bulduğu yere iliştirmiş serseri.

İnsan kendini, kendi kurduğu işten kovabilir mi?

Notalar kulaklarımda yıllardır… Harfler dilimin ucunda. Ama bir türlü doğru isimler çıkmıyor. Bugün kendi kendimi kovdum dükkânımdan. Hem belki biraz dinlenmek iyi gelir. O yüzden çok itiraz da etmedim. 


8 Nisan 1994

Çocukluğumdan hatırlıyorum akşamüstü güneşinin şefkatli ışıklarını. Henüz ilkokula gidiyordum. Evimizin önünde yemyeşil, küçücük bir tepe vardı. En üstünde gül ağaçları, bir tarafta fındıklıklar, diğerinde birkaç çam. İşte, batmadan hemen önce bütün bu cümbüşe tatlı bir şeftali tonu katardı akşam güneşi. 

Sonra ben altmışlarıma geldim, o apartman yıkıldı, çimenler kurudu, ağaçlar kurtlandı. Fındıklığı da kesmişler. Şimdiki apartmanın camından, havada asılı kalmış bir grilikten geri düşen nahoş huzmeler görünüyor sadece. Ben de o griliğin içine güneşle beraber batıyorum. Delikanlı sandığım bedenim iki büklüm, koltuğuma çöküp karıncalanan televizyon ekranını izliyorum. Sanki kafamın içini gösteriyor. Milyonlarca huysuz karınca…


27 Temmuz 1994

İçimde, uğraştığım yapbozun bir parçası olma arzusu var son zamanlarda. Uçsuz ufkun rengini kusursuzca taklit eden denizin önüne koyabilirim kendimi. Ya da iskeleye demir atmış beyaz bir yelkenlinin üstüne. Bedenimin tamamını oluşturmak sadece üç yapboz parçası eder. İskelenin öbür ucunda öpüşüp koklaşan çifte aldırmadan Belma’ya seslenirim avazım çıktığı kadar. Belma da ta karşıdaki kayalıklara kurulmuş bir kuş yuvasını andıran ahşap evin penceresinden bana el sallar. Sonra alırım yelkenlimi, o kayalıklara doğru açılır giderim. 


2 Ağustos 1994

Belma beni elimde bir kâğıt parçasıyla pazara gönderiyor artık. Önemli şeyleri unutuyormuşum. İşin tuhafı, evin dibine kurulan pazardan nasıl geri döneceğimi de yazıyor kâğıda açık adresle beraber.  

İhtiyar adamlar bir kez daha çocuk olurlarmış meğer. 


10 Ekim 1994

Unuttuklarım dişime takılan et parçaları gibi. Bir türlü bulup çıkaramıyorum sıkıştıkları yerden. Her neredeyseler… 


23 Kasım 1994

Küçük bir evimiz var. Duvardan duvara penceresi olan bir yatak odamız, mutfakla birleşik bir oturma odası, küçük bir salon, bir de banyo. Oturma odasındaki televizyonun karşısında aklıma giren düşünceler beni ayağa kaldırsa da koridorda muzipçe havaya püskürüp yerlere düşüyor, duvarlara sıçrıyorlar. Kafam öncesinden daha da boş, kalakalıyorum yatak odasında. 

Çok sık olmuyor neyse ki. Haftada birkaç kere. Belki daha da az. 


30 Aralık 1994

Keşke hatıralar, Eflatun’un dediği gibi, balmumu tabletlere damgalansaydı kafatasımızın sağlam kovuğu içinde. Unutmak istemediklerim, ateşe yaklaşırsa eğer, bir eriyik halinde akıp giderdi başımdan ama görünmez örümceklerin ördüğü yumaklardan korunurlardı. 

Dün hastanede benimle aynı teşhisi almış bir kadın gördüm. Kıpırtısız gözlerinin arkasına bir örtü gerilmişti sanki. Hastalığının teşhisini üç yıl önce koymuşlar. Oğlu söyledi. 


7 Ocak 1995

Bir zamanlar, bazı bilim insanları anıların aslında moleküller olduğunu düşünmüşler. Solucanlar, yedikleri diğer solucanların hatıralarını da sindirirmiş. Karanlıktan korkan fareler, cesur sıçanlara yem olunca, bir zamanların kahramanları şimdi karanlıktan korkar olmuşlar. Peki ya insanlar? Birileri benim anılarımın tadına bakmak ister mi acaba? Ne tuhaf düşünce.

Ama madem anılar moleküllermiş, beynimden geriye kalanları bir şarap şişesine damıtsalar keşke. Sonra da o şişeyi karanlık mahzenlerde yıllandırmak yerine masmavi bir denizin sularına gelişigüzel fırlatsalar. Yüzsem yüzsem yüzsem yüzsem…

Asırlar sonra karaya vursam. Ya da açıklarda balık tutan bir kayıkçı bulsa beni. Alsa, evine götürse. Küçük bir mahzeni olsa. Beni ahşap bölmelerden birine oturtsa. Bir de kimi görsem? Yanımdaki şişede Belma! Gece açsalar ikimizi. Kızarmış balıklarının yanında iki kadehe dökseler. Birinde ben, diğerinde Belmam…  


13 Mart 1995

Uykusuz gecelerden biri daha… Duvardaki takvimin yaprakları, pencerenin aralığından gelen esintiyle hafif hafif dalgalanıyor. Demek ki rüzgâr, bir hırsız gibi odama sızıp kalan akıl sağlığımı da çalabilir. Bizi ayıran karanlık koridorun ardında, yatak odasında senin kıpırtılarını hayal ediyorum ama içerden gelen en ufak bir çıtırtı bile yok. 

Sen de yoksun belki. Görüş alanının dışına çıkan nesnelerin yok olduğuna inanıp sızlanan bebekler gibiyim. Benim dünyam, kalemimin kâğıda değdiği o küçük noktacıklardan ibaret. Öyle de olmalı. Çünkü yarın sabah uyandığımda, uykunun karanlık ülkelerinde hafızamın kırıntılarını bırakıp döneceğim ışığa. O kırıntılar arasında senin de parçaların olacak. Kusura bakma. 

Neden sitem ettiğini anlıyorum. Evet – sen her ne kadar yalanlasan da – sitem ediyorsun her gün. Fıtıklı beline rağmen her sabah gün ağarmadan sahilde yürüyüşe çıkışların bu yüzden. Oysa ben hep senden önce uyanırdım, hafızam beni yanıltmıyorsa. “Hadi gel yatağa, ne işin var bu saatte,” diye kızardın hatta. Ama şu an biliyorsun ki benden sonra uyanırsan beynimden eksilenlerle yüzleşeceksin. Ben farkında bile olmayacağım. 

İkimizin anılarını bir tek sen hatırlayacaksın bir gün. Ben bir kısmını unuttum bile. Biriktirdiğimiz bütün bir hayat senin kafanda kalacak sadece. Benden her şey dökülecek. Onları en kıymetli köşelerde saklayacağına eminim. Bir tek kendi anılarım aklımı kurcalıyor. Sadece benim tanık olduklarım… Hatırlayan kimsenin olmadığı bir zaman geldiğinde anılar nereye sığınırlar? Bilmiyorum. 

Sanırım bana ait olanlar şu takvimin yapraklarını sallayan rüzgârın sırtına atlayıp bütün odaları tek tek süpürdükten sonra açık kalmış bir pencereden dışarı doğru uçacaklar.

Ama sen korkma Kolibrim. Bu defteri bulursan eğer – çünkü ben nereye koyduğumu unutacağım – şu çiçeği bir kokla. Biberiye. Kokusu hafızayı canlandırırmış. Güzel hatıralarımıza götürsün seni.

***

Güneş battığında, ilaç kokusu odayı çoktan terk etmişti. Belma, defterin arasında bulduğu biberiye dalını parmakları arasına almak istedi ama kurumuş yapraklarının kırılmasından korktu. Yüzünü defterin sayfaları arasına yaklaştırmakla yetindi. Dudaklarına hoş bir tebessüm yerleşince defteri nazikçe kapattı. 

Kozamdan çıkmaya çalışıyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks