1. Mektup

Dünyanın ucuna, okyanusun ötesine gittim.
Sinsice akan bir nehrin kuyruğundan tutup
Başını daldırdığı çatlaktan içeri giriyorum.
Gölgelerin arasında kaybolana kadar yürümem gerek.

29 Nisan

Sevgili,

Küçük, karanlık dizelerimi mazur gör lütfen. Uzun zamandır yazma cesaretini bulamadığım için kendime, konuşmak yerine yazmak zorunda bıraktığın içinse sana çok kızgınım. Öyle bir zaman geldi ki, anlamam gereken şeyleri ancak eski bir dosta anlatarak idrak edebilecektim. Yazmam cesaretimin değil ihtiyacımın bir sonucu. Bugünlerimin içine işleyen bu hikâye, yıllardır amfiler dolusu kulağa anlattığım o kır saçlı mitleri aratmıyor. Böyle dedim diye nabzını yükselten, kapalı gözlerinin gerisinde seni nefes kesen diyarlara götüren tasvirler duymayı hayal ediyorsan yanılıyorsun. Bu, daha ağırbaşlı bir hikâye. Bir katabasis. Uyarımı yapayım istedim.

Rutinlerimi ne kadar sevdiğimi senden daha iyi bilen olamaz. Neredeyse yirmi dört sene boyunca irili ufaklı bütün alışkanlıklarımla aynı evde yaşadın. Geçen hafta – ya da on gün kadar önce – öksürüklerim öyle azdı ki bu rutinlerin hepsini bir günlüğüne başımdan savıp sekiz sene önce her gün gittiğimiz o hastanenin yolunu tuttum. Senden sonra ilk defa kapısından girdim. Pek bir değişiklik yok, duvarlarının rengini bile değiştirmemişler. O mide bulandırıcı renk biraz daha solmuş sadece. Düşündüm de esas sorun duvarların renginde değildi hiçbir zaman. Bir buçuk sene boyunca sayısız kere o hastanenin kapısından seninle içeri girip, günün sonunda yalnız başıma çıkana kadar duvarları seyredişimdeydi. Kafamda dönüp duran türlü ihtimallerin midemi bulandırmasındaydı. Nahoş bir tat kaçınmasının sonucundan ibaretti. Kim bilir, senin o bitap ama pes sesin bakışlarımın odağını düzenli aralıklarla başka yerlere çekmeseydi, daha nasıl nefret ederdim o duvarlardan…

Duvar renklerinden bahsedince aklıma geldi: Evimin duvarlarını boyuyorum. Hep istediğim bebek mavisine. Kâğıda parmaklarımdan biraz boya bulaşmış. Sen de beğendin mi rengi? Suları ne kadar sevdiğimi bilirsin. Baştaki dizelerde nehre takılıp gitme sebebim de sudur. Dalgın ve pervasız bir balık gibi kapılır giderim. Kendi akvaryumumu inşa ederken ne kadar mutluyum, görsen inanamazsın. Akvaryumda tıkılıp kalmış balıklar, okyanusun çocukları olduklarını anlarlar mı dersin? Peki, anladıkları zaman, aynı akvaryumda tekrar özgürce yüzebilirler mi? Neyse, balıkları unutalım biz. İzin ver biraz sigaramı içip kahvemi yudumlayayım. 

Bugün hava şahane. Mutfaktaki küçük balkonuma bir berjer, bir sehpa koydum. Son zamanlarda günlerimin çoğu arkada çalan plakçalar eşliğinde o koltuktan aşağıyı seyretmekle geçiyor. Nasıl o kadar boş zamanım olabilir? Kısa bir cevap vereyim sana: Okulu bıraktım. Koltuğuma gömülüp bahar güneşini seyretmeye karar verdim onun yerine. Fark ettim ki insan hiçbir zaman güneşe gözünü kırpmadan bakamıyor. Kayda değmeyecek kadar kısa saniyeler dışında. Gözbebeğime dolan ışık taşmaya başlayınca göz kapaklarımı indiriyorum. Güneşin yeşil siluetleri karanlıkta çakıyor. Sonrası bir baş dönmesi ve huzursuzluk… İnsan her zaman katlanabileceği kadarını sızdırırmış içine.

Sana asıl yazma sebebime gelecek olursak… Hastaneyi ziyaret ettim. Birkaç tahlil istediler. “Sonuçlar çok iç açıcı değil,” dedi doktor. Ama ben pek güvenemiyorum o hastaneye, biliyorsun. Başka bir yere daha gideceğim bu hafta. Tekrar tahlil yaptıracağım. Sonuçlar da bu bahar günü kadar güzel gelir umuyorum.

Bana geri yazabilsen keşke,

E.


2. Mektup

Ayaklarım benden habersiz
Gölgelerin içinden geçiyorum.
Önümde, bellerinde yılanlarla üç siyahlı kadın.
Etekleri toprağı sürüyor.
Suyun ağıtlarını duyar gibiyim. 

29 Temmuz

Sevgili,

Yazın her şey cıvıl cıvıl. Sebebini kestiremiyorum. Güneşin tenimizi kızartmasının neresi sevimli? Yılın bu zamanı sıcaktan bunalıp evimin perdelerini kapatırım. Öyleyken de mevsimsiz bir sera bitkisi gibi hissediyorum. Neyse ki hastanedeki odamda havalandırma var. O kadar bunalmıyorum şu sıralar. Ama bütün gün yatakta olmak canımı sıkıyor. Yukarıdaki dizeler senin için hazırladığım bir bulmaca; bulmacaları sevdiğini biliyorum. O üç kadının kim olduğunu anladıysan eğer, duygularımın koyuluğunu da tahayyül edebilirsin. Seni tanırım; telaşlısındır. Hastanedeyim diye hemen endişelenme lütfen. Hemşirelerin ağzıma tıkıştırdıkları, yutması da adlarının hatırlanması da son derece zor olan ilaçların beni hasta etmesi dışında bir sıkıntım yok. Ne işe yarayacaklarını bile açıklamıyorlar. Açıklasalar bile, isimleri Latinceden bozma rahatsızlıklardan bahsediyorlar. Aynı dili konuşamayız sanki. Bana sorarsan hepsi gösteriş meraklısı oyunbazlar.

Ama güvenmekten başka çarem mi var? Nerede tahlil yaptırdıysam – değersiz birkaç görüş farklılığı dışında – hep aynı sonuç. Hep aynı vızıltılar. Çok tehlikeliymiş, kısıtlayıcıymış, çektirirmiş… Şimdiyse kontrole diye geldiğim bir hastanede altı gündür yatıyorum. Sen merak etmeden söyleyeyim; duvarları midemi bulandıran hastanede değilim – ilaçlar o işte yeterince becerikliler. Başka bir yer buldum. Ama burada da insanların asık suratlarına tahammül edemiyorum. Neden bu kadar mutsuzlar? Bu kadar huysuz? Dün, mesela, bana serum takılması gerekti. Damar yolumu açan kadın – o kalın iğnelerden ne kadar tiksindiğimi söylememe gerek yok – kolumu kaçırdığımı görünce kaşlarını çatıp “çocuk gibi” davranmamamı söyledi. Sanki o kelimeler bütün gözeneklerimden içimi nüfuz edip önceleri uykuda olan bir yanıma dokundular. “Kaç senesi kaldı acaba?” Evet, işte tam bu cümle geçti aklımdan. “BEN GİDECEĞİM BU HASTANEDEN VE O KADIN ÇATIK KAŞLARIYLA BURADA YILLARCA ACİZ SANDIĞI KİMSELERİN DAMARLARINI DELECEK.” Birkaç ay sonra solmuş badanalar mı yoksa asık suratlar mı daha çekilmez karar vermem gerekebilir.

Sen olsan hangisini seçerdin? Belki üçüncü bir seçenek daha vardır.

Cevabını yaz bana,

E. 

Not: Yukarıdaki dizeler Erinyeleri anlatıyor. Doğru tahmin edebildin mi? 


3. Mektup

Bir kayıkçı beni bekliyor
Mürekkep karası nehrin sularında.
Kendi ayaklarımla çıkmadım bu yola,
Bedelini bana ödetemezsiniz.
İki parça gümüşüm de yok ne yazık ki. 

10 Ekim

Sevgili,

Yaprakların pul pul döküldüğü bir sonbahar gününde tanıştık. Sen hep ilkbahardı der, itiraz ederdin. Sonra da “ha ilk ha son” diye bir güzel didişirdin benim hafızamla ki o, ciltler dolusu hikâyeyi bir arada tutacak kadar güçlüdür. İçime yayılacak olan burukluğu hiçe sayıp gözlerimi kapatırsam eğer, seninle tanıştığım günün tadını, kokusunu, rengini, sesini tekrar yaşayabilirim. Balkabaklı çörek ve taze çekilmiş kahve. Hardal sarısı atkın. Yıllanmış botlarımın altında kıtırdayan yapraklar. Bir şey söylemiştin – ne olduğu silinmiş aklımdan – gülmüştük dakikalarca. Ama sesin nasıldı o zamanlar anımsayamıyorum. Kendiminkini de. Henüz yirmi yaşındayken nasıldı seslerimiz? Hatırlayamamak beynimi kemiriyor. Bir kez daha duysam, sadece tek kelime bile duysam, hiç unutmamışçasına hatırlayabilirim. O zamanlar şimdiki gibi kasetler olsaydı da bandı kopana kadar dinleyebilseydim sohbetimizi. Beni güldürmek için söylediğin o cümleyi kaydetseydim mesela. Kahkahalarım yılların törpüsüyle bir tebessüme dönüşürdü belki ama yine de yıllar yıllar önce bir sonbahar günü beni kahkahalara boğan sözcükleri hatırlardım.

Küçük bir operasyon geçirdim. Birkaç hafta geçti üstünden ama kaburgalarım hala sızlıyor. Boşuna çekiyor olabilirim bu acıyı. Doktorların kasaplıktan hissizleşmiş gözlerinde okuyorum umutsuzluğu. Ama o mantıklı çaresizlik bile beynimin tenha köşelerindeki hikayemizi ne kadar özlediğim gerçeğini kıpırdatamıyor yerinden. Çünkü sen de orada bir yerdesin. Ne kadar ustalaşmış da olsa hiçbir göz geleceği göremez, öyle değil mi?

Zamanda geri gitmenin bir yolu var mıdır sence? Ya da bir sabah, haberim bile olmadan, yine o sonbahar gününe uyanabilir miyim? Belki de sohbetimizin ortasında başımı aramızdaki masaya yaslayıp uyuyakalmışımdır bir ömür. Sen saçlarımı okşarken uyanıp – hiç yaşamamışçasına – kafamı kaldırırım o masadan.  Belki cennet dedikleri, en sevdiğimiz anların içine hapsolmaktır. Eğer birisi sorarsa hangi zamanda hapsolmak istediğimi, ben o sonbahar gününü seçeceğim. 

Sen hangi anıyı seçtin?

E.


4. Mektup


Gölgelerin üstünde kürek çekiyorum.
Nefret, ateş, keder, ağıt ve unutkanlık.
Kayboluyorum.

20 Aralık

Duvarları maviye boyamakla hata mı ettim? Yazın içimi ferahlatıyordu, şimdiyse üşüyorum. Doktor beslenmeme dikkat etmediğim için fazla üşümemin normal olduğunu söylüyor. Aslında midem ne kadar alıyorsa yiyorum. Bağımlısı olduğum ağrı kesiciler dışında bir reçetem yok. Uyku haplarını da bıraktım – zaten kalın bulutların arkasındaki güneş gökyüzünde bile olsa, ben o uyku ile uyanıklık arasındaki dipsiz evreden çıkmıyorum. 

Yanımda kimsenin olmaması ne büyük bir lütufmuş. Yatak odamın parkeleri küçük bir çıtırtıyla sitem etseler dahi huzursuz oluyorum. Mutlak sessizlik en iyisi. Plak koleksiyonumu da sattım bu yüzden. Bütün ezgileri hoş zamanlarda tükettim; raflarda tozlanmalarının bir anlamı yoktu. Hem bu sayede biraz para geçti elime; hastane masraflarını kapatıyorum hala. 

Kalemimi kâğıtta oynatacak güç ellerimi terk etmeye başladı. Bunu bildiğimden birkaç gün önceden kuvvetimi topladım sana yazabilmek için. Hatıraları bulup çıkartmak zahmetli bir meşgale halini aldı. Bu mektubu bitirince birkaç gün daha uyuyacağım. Ama ne kadar zor da olsa, sana yazmak kapatmam gereken bir borç gibi. Borçları ödemenin de vakti geldi çattı. 

Seni bir kez kaybettim. Bir kez daha kaybedeceğim. Bir zamanlar sevdiğim her şeyle beraber, her şeyi kaybedeceğim. 

Kendimi dahi. 

E.


5. Mektup

Karaya ayak bastım bugün.
Karşımdaki üç-başlı köpek
İçeri girmeme izin verir.
Ama yarı-gölge olanlar
Bir daha güneşe çıkamazlar.

22 Mart

Sevgili, 

Uzun zamandır rüya görmemiştim. Zihnimin üstündeki bulutlar devamlı ziyaretlerimden bunalıp terk ettiler beni.  Yataktan hiç çıkmıyorum. Esasında dışarı çıkabilecek olsam, bu bahar sabahı ılık bir göl kıyısına gitmek isterdim. Suyu ne kadar sevdiğimi bilirsin. Onun yerine yardımcım Gül’ün koluna girip balkonumdaki koltuğuma kuruluyorum. Bir sigara yakamamak keyfimi yarıda bırakıyor ama rüzgarın yüzümü okşaması yalnızlığı dindiriyor biraz. 

Dün gece bir rüya gördüm. Günün en sevdiğim zamanı, güneş doğmadan biraz öncesi, gökyüzünün derin maviliği evimin duvarlarına yansıyordu. Yatağımdan kalktım ve yere basan ayaklarımın altında ılık kumları hissettim. Duvarların mavi parıltılarını takip ettim ve oturma odamıza doğru yavaşça yürüdüm. Halılar kumsala, çerçeveler mercanlara, mobilyalar kayalıklara dönüşmüştü. Havada kıvrılarak uçuşan balıkların arasına daldım. Durgun bir renk cümbüşünün arasında dönüp durdum. Odanın açık kapısının çerçevesinde bir adam dikiliyor, içine daldığım akvaryumun camlarının gerisinden gülerek beni izliyordu. Sonrasını hatırlayamıyorum.

Yakında balkabaklı çöreklerimizle kahvelerimizi alır biraz muhabbet ederiz umarım.

Seni seven,

E.

Kozamdan çıkmaya çalışıyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks