Öykü

FRİŞKA

By

Masasında bir eksiği vardı. Tuzlu karamel reçeli. Ve o siluet… 

Sahipliğini üstlendiği izleri arkasında bırakmış, tam anlamıyla yepyeni bir ambalaj armağan etmişti bugününe ve yarınına.

Evet, kaybettiği çok şey olmuştu Riah’ın. 

Bir tek ardında bıraktığı sayfaları dışında…

.

.

Akşamdan kalma bir “his gribi” ile uyanınca sabaha; televizyondan gelen tanımsız, hoyrat gürültüler ya da sokaktan geçen eskicinin o gün üç kuruş daha fazla kazanabilmek adına yaydığı haklı feryadının hiçbir anlamı olmuyor. Bir gün evvelinde şehirde her şey tıpkı iki ay, altı ay önceki gibiyken bugün kulaklarıma mesken tutan tüm aynılıklara bakıp da göremiyor; onlara temas edemiyorum. Ki bu dediğim, birçoğumuzun rutini haline gelmiş bir sancının ta kendisi. Bu sancıya gebe olan şeyse odamın hemen köşesinde hafif büyük, biraz eski yatağımdan pencereye uzanan o iki adımda selam verdiğim yeni doğum yapmış duygularım. Adını ve sanını koyamadığım bir endişe sanki içimde benimle iletişim kuruyor ve dün ile bugün arasındaki köprüyü gölgeleyip yepyeni bir sayfayı bana doğru uzatmanın rolünü üstleniyor. Öyle bir endişe ki bu,  altı-yedi aylık bir çocuğun uyandığında annesini göremeyişi anında hissettikleri ya da ısrarla daha fazla içmemen gerektiğini bildiğin sigaranın külünde seni sarmaya çalışan “ne yapacağını bilememekten ötürü” doğan “zaman öldürme” arzusu ile eş değer. Nedense tüm bu endişemin ortasında aklıma Göksu geldi. Ömürlük dostlarımdandır Göksu. Fikrimce kendi değerini tıpkı benim gibi bilemeyen, harcandıkça daha fazla harcanmak için adeta it gibi koşup duran bir dost.  Böyle anlarda içimde buna benzer irili ufaklı taşıdığım eziyet düşüncelerimden belki bir nebze uzak durabilmem için kulağıma hep şu cümleyi fısıldardı: “Ayaklarına giydiğin bu yeni pabuçlarla madem yanman gerekiyor, o halde önce yanacak; gerekirse o ateşi harlayacak, sonra yavaş yavaş söneceksin ve sana yadigâr kalan küllerinle daha önce girmediğin sokaklara doğru koşacaksın.”

Bölüm Bir:

“Ardına bakılmadan terk edilmiş koca bir çöplüğün ortasında, güzel çiçek kokuları yaratmaya çalıştığın bu evrende, sana zorla hediye edilmiş yeni pabuçları çekinmeden korkmadan giyeceksin.”

Göksu’nun biraz acıtan, bir o kadar da soğuk su etkisi yapan bu sözünü anımsadıktan sonra ihtişamlı bir aceleyle dolabımdan yakası dar, simsiyah kazağımı elime alıyorum. Zihnimde yapmam gerekenleri yarına dair belirsizliklerimden ayrı tutmaya çalışıp kendime verdiğim o üç dakika içerisinde düşünüp kendimi tuvalete atıyorum. Aynadaki ben, görmek istemediğim bir surata ev sahipliği yapmış moron bir adamdan başkası değil. Bu arada dişlerimi fırçalıyorum ve apar topar giyindiklerimle son kez çantamı kontrol edip kendimi mahalleme atıyorum. Bir beş dakika daha geç kalsam kaçırmak üzere olduğum trene paldır küldür binip kulaklarıma bahşettiğim şarkılara kendimi bırakıyorum. Nihayet, yüzlerinde tıpkı benimkinde olduğu gibi büyük bir “hayat fazlalığı” taşıyan sıkıcı insanlar topluluğuna yardımcı öğretmen olarak atanıp bulabildiğim boş bir köşeye sığınıyor ve metro yolculuğunun hakkını vermeye çalışıyorum. 

“Ben kötü bir insan olduğum için değil, bunlar olması gerektiği için yaşandı.”

“Kendini suçlamaktan vazgeç!”

“Sen hiçbir şey yapmadın.”

“Korktuğun şey ne ise, hayatın sana sunduğu bir illüzyondan başka bir şey değil. Bu illüzyonlardan bir anlam doğurman gerek.”

Metroda süzülüp giderken rastgele aklıma düşen ne kadar düşünce varsa beni geçmişime bir kuş bakışı atmam için zorluyor. Dünlerim içinden çıkmak konusunda bir türlü nakış tutturamadığım anlar ve o anların başrolleriyle dolu. Mesela, annemi tanımıyorum. Charlotte imiş adı. Bir hırdavatçıda kasiyermiş. Başka hiçbir bilgiye sahip değilim. Nasıl bizi terk ettiği dışında… Babama annemle ilgili ne zaman soru sorsam bazen iktisat bazen siyaset konuşmalarının tam ortasında heybetiyle çıkar ve o yaşta bağdaştıramadığım saçmalıklar silsilesine alet olmamı isterdi. Mesela bir gün, “İktidara gelirsem eğer Türkiye’ye Sevr’i kabul ettireceğiz!” minvalinde atıp tutan Jacques Chirac’a iki üç gülüp sigarasını yaktıktan sonra bana döndü ve: “Bak, hayat işte bu adamlar kadar anlamsız. ‘Onu yapacağız bunu yapacağız!’ derler yapmazlar. Biz de annenle tıpkı böyleydik. ‘Mutlu olacağız, birlikte olacağız, Paris’te mükemmel bir hayat yaşayacağız.’ diye evlendik ve sonuç? Senle ben ortalığı bok götüren bu salonun ortasında yalnızız. O yüzden de çok fazla soru sorma… Cevap da arama. Sadece yaşa. Bir de git bana bira al.”Babam böyle biriydi işte. Dediğini yaptım. Soru sormadım, cevap da aramadım. İlle velakin o aramadığım cevaplar beni ilmek ilmek yaşadıklarıma sürükledi. Daha da biriktiler. Biriktirdiklerimin hepsi de birer illüzyonmuş meğer. 

Bölüm İki:

Geçmişini hatırla. Ruhunun dikenlerinde doğan kıvılcımlar yavaş yavaş koca bir yangına dönüştü. O yangının ise sana anlattığı çok şey vardı. 

Nihayet Gayrettepe durağına gelip adeta nefesini tırmıklayan gri ruhlu plazaların arasına süzülecekken garip bir âna tanıklık ediyorum: İstasyonun köşesinde tahminimce 55-60 yaşlarında bir adamcağız, tanesini 1 liradan sattığı çay bardaklarını ve elindeki çaydanlığı devirdikçe küfürler savuruyor; yüzündeki tanımsız öfke kendisini istasyondan geçen herkese hissettiriyordu. Bende bıraktığı etki ise biraz daha farklıydı… Yıl 2008, Mayıs’ın 8’iydi. Paris’teyken ev arkadaşımla birlikte tuttuğumuz dairenin elektriğini açtırdıktan sonra Notre Dame’ın arkasında kalan köhne bir kafenin önüne oturup şarap söylemiştik. O,  yani Laetitia ise köşede, ayakta dikiliyordu. Karton bardaklarda sıcak çikolata satmaya çalışıp o gün kazanacağı 30-40 euroyu büyük ihtimalle akşam gideceği ev partisinde tekelden alacağı içkilerle bitirecek ve sonraki gün şansına iş gelirse yine aynı döngüyü gerçekleştirip “hayatın acımasızlığı” karşısında küfürler savuracak bir İspanyol güzeli… Belki de yüzündeki -kızınca ayrı, gülünce ayrı ete kemiğe bürünen- çizgileri beni ona doğru çekmişti. Öyle bir çekiş, öyle bir çekiş ki… Dört koca senemin en eşsiz aktrisi olacaktı kendisi. Öylesine habersiz, öylesine kusursuz bir telaşla satıyordu sıcak çikolatasını… Sonrası? Sonrası malum… Yanına sıcak çikolatasından almaya gittiğimde zorla verdiğim telefon numaram, iki üç arama, bir buluşma, bir akşam yemeği ve sümbül kokulu bakışlarında kendi anlam yolculuğuma çıktığım o yıllar… Büyük planlar, gelecek taslakları ve… Göz alıcı bir “hayat” kırıklığıyla… 

İşte bu kadınla, küçükken ara sıra uğramalarım dışında paletinde pek de rengimin bulunmadığı İstanbul’a beraber gidip yepyeni bir hayat kurmam için bir gün vardı. Uçağımız cuma sabahı saat 10.35’te kalkacak, tahmini dört saat yolculuk edecektik. İki saat de fark desek 5’e doğru İstanbul’da olacak ve koltuklarımız daha yeni evimize taşınmadığı için bir geceliğine tanıdık bir arkadaşta konaklayacaktık. Ta ki sevdiğim kadın, Laetitia, bana bu yerkürenin bir jesti değil; pervasız bir yangını olduğunu gösterip yarınımdan intihar edene kadar. Şimdi içimde sevdiğim kadına pişireceğim mantarlı, dağ kekikli omletin ve masanın hemen sol çaprazında bulunan kâsedeki karamel reçeliyle kahvaltımızı sonlandıramayacak oluşumuzun o iri, o görkemli acısı… Oysa ne de güzeldi tuzlu karamel reçeli! Ekmeğime sürdüğüm şey reçelin kendisi değildi. Sabahımın mahmurluğuna en çok yakışan kadınımın silueti idi. İşte o omlet, o reçel ve kadınım çekip gittiler. Şimdi geride geçmiş zaman, sıfat fiil eklerinden mahkûm yemiş bir gelecek ve o yalandan gelecekle izbe bir avluda kurduğu salıncağında sallanmaktan başı dönen bir ben kaldı.

Tek başımaydım, tam bir buçuk sene önce ya çarşamba ya da perşembe günüydü. Şu an yetim kalmış, ismi olmayan bir günün ta kendisi. 2012 senesinde, Fransa’dan döner dönmez Yeldeğirmeni’nde tuttuğum 1+1 stüdyo eve bir türlü iletişim kurmayı beceremediğim nakliyatçıların geleceği sabahtı. Nefretle doluydu her yanım. Hayatın kendisi o kadar sünepe sünepe gülümsüyordu ki bana; yeni güne uyanmayı, kalkıp karnımı doyurmayı, mutfakta dolup taşan çöpü dahi atmayı istemiyordum. Öfkenin, haksızlığın, pişmanlığın bu çeşidini belki de daha önce hiç koklamamıştım.  O isimsiz günün sabahında lanet okuyarak beklediğim nakliyatçılar sonunda kapıma dayandı. Yapmam gereken, böyle darboğaz bir zamanda eski evimdeki eşyaları bu yeni evime transfer ettirmemdi. Ama istemiyordum. Eski ile yoğrulmuş hiçbir şeyi bugünüme giymek istemiyordum. Bu yüzden Moda’da küçük bir kafe işleten bir arkadaşımdan biraz borç alıp yeni oturma takımı, beyaz eşya, gardırop ve beraberinde bir sürü ıvır zıvır satın aldım. Hoş, geçmişin yanında yürümek istemiyorum diyorum ya, hâlbuki kendimi madden ve manen zorlayıp da kurduğum “yeni” nin, bana tüm azaplarımdan; gövdesinde debelendiğim gamlarımdan atlayıp kurtulduğum bir pranga değil, içinden ne yaparsam yapayım uzun yıllar kendimi çekip çıkaramayacağım dapdar bir kuyu olduğundan da bihaberdim! 

Nakliyatçılara yüzyıldır alışık olduğum âdetlerimi Türkiye’de de gerçekleştireceğime dair büyük bir inanmışlıkla mutfaktaki çeşmeden su götürdüğümde “Bu suyun tadı niye böyle!” bakışlarına anlam vermeye çalıştım. Tam o anda içeride neredeyse beş altı dakika önce taktırdığım yeni askılıktaki ceketimde bir hareketlilik hissettim. Telefonumu elime aldığımda bir Fransız numarası gördüm. Açar açmaz telefondakinin Republique’te lise arkadaşımla beraber yaşadığım evin yan apartmanında oturan Estelle olduğunu anladım. Şaşırmıştım. Çocukları Luanne ve Fabrice ile birlikte Fransa’nın güneyinde yer alan Marsilya’ya taşındıktan sonra bir daha kendisiyle hiç karşılaşmamıştık. Yaklaşık 1 dakika kadar süren telefon konuşmamızdan tek anımsadığım cümlesi yarım ağız bir vaziyette söylediği “Baban öldü.” kısmıydı. Ah! Nihayet! Ah…! Annemin bana küçük yaşlarda kucak dolusu armağan ettiği bilinmezliğe babam da dâhil olmuştu işte! Ne büyük bir şölen ama! Telefonda babamın ölüm haberini almamla telefonu kapatmam neredeyse 3 saniyemi aldı.  Üçüncü sigaramı tam yakacakken midemden boğazıma doğru yükselen büyük bir dumanın beni alaşağı edişiyle paketi cebime geri koydum ve telefonumu elime aldım. Babamın ölmesine üzülmüştüm. Evet. Ama öyle bir üzüntüydü ki bu seferki bana doğru süzülen, sanki babamın ölümünden ziyade “o” nun gidişi daha büyük bir rol çalıyordu bu hüzün senaryosundan. “O”nu aramakla aramamak, mesaj atmakla atmamak arasında yüzbinlerce kez gidip geldikten sonra sadece ne kadar zor bir durumda olduğumu ona hissettirmeye çalışıp belki biraz üzülür ve beni yapayalnız bıraktığı bu dehlizde, kurtulmam için yardımcı olur diye düşündüm. Sadece “Babam ölmüş.” diye bir mesaj atmaya karar verdim. İletilmedi. Bir kere daha gönderdim. Bana hayatında ayırmış olduğu yere vurduğu set kadar telefon rehberine de aynısını uygulamıştı. Yine iletilmedi.

(2) Mon père est mort…

-This message can not be sent.

Bölüm Üç : 

Yangının tam ortasındayken gerektiğinde ateşi harla. Yükselsin. Sonra izin ver, yavaşça kül olsunlar. O küller, sana zorla giydirilen o pabuçlarla birlikte seni yeni sokaklara doğru itecek.

Günlerim, demi neredeyse geçmiş bir çay için saatlerce bekliyormuşum gibi seyrediyordu. Gecesi gündüzü, salısı da aynıydı cuması da… Saat rakamlarının, gün adlarının zerre öneminin olmadığı bir araf dönemi. Böylesine muazzam bir boşluğun bitişi için sadece bir iki duasını yarım yamalak bildiğim ve adına da herkes gibi “Tanrı” dediğim o varlığa ilk kez bir şeyler mırıldanmaya çalışırken buldum kendimi büyük bir korku refakatçiliğinde. Evet, biliyordum: Hayatımın belli başlı dönemlerinde bu “kördüğümleşmiş ve yeniye susamış olan ben”, benimle ip atlayıp taş kâğıt makas oynuyordu. Lakin hiçbir zaman Riah’a, yani bana, erişememişti. Ta yıllar önce Fransa’da, oradaki arkadaşlarıma, sokaktaki otobüs şoförüne, marketteki kasiyere dâhil kendimi ve ailemi kabul ettirmeye çalıştığım; sürgünün ne menem bir şey olduğunu idrak etmeye başladığım zamanlarda da böyle hissetmiştim. “Yeni” nin kendisi… Ama onu iteledim hep. İzin vermedim yamacıma gelmesine. Şimdiyse çırılçıplak karşımda oturuyor. Bana sormadan, beni dinlemeden evime kadar girip benim okyanusumda avcılık oynamaya çalışıyor. Kendi akvaryumumda köşebaşı yakamozlar serpiştirip onlarla birlikte yüzmemi istiyor. Tüm terk edilişlerim, bilinmezlik ve kayıplara itilişimin ardında bir anlam var mı yok mu bilmiyorum. Üstüne oturmaktan neredeyse yosun tutacak olan tekli kahverengi berjerin üstünde hayata kenar süsü olmuş bir Riah. Evet, olsa olsa tek anlam bu olabilir. 

Bir gün önce sevdiğim kadın tarafından terk edilip İstanbul’a tek başıma taşındığım ilk gün ise babamın ölüm haberini aldığım o günlerin posasını ayıklama vakti gelmiş, geçiyordu. Ve uyanıyorum…  Biraz kırgınlık, biraz da kırgınlık ile ve tuhaf bir şekilde 30 derece yaz sıcağında bir anlığına esen bir rüzgâr gibi rahatlıyorum. Neredeyse kırk beş dakika geçmiş. Hâlâ Gayrettepe istasyonundayım. O an orada her şeyi yerle yeksan olan çaycı adam ve diğer köşede s(g)öz yaşlarını dindiremeyen genç çocukla kostümlerimizi değiştiriyoruz. Bana tekrardan dokunmak istemediğim karanlıklarımı hatırlattıkları için teşekkür ediyorum. Tüm üstlenmem gerekenleri istasyonun ortasındaki çöp konteynırına bir hücumla boşaltıp işe gitmekten vazgeçiyorum ve evime geri dönüyorum. Tükenip doğuracak yeni dikenler bulamadığım an sıyrılabilirmişim meğer tüm yapay zırhlarımdan. Ayaz vaktinden sıyrılmayı başarmak için ant içmiş, ıhlamur kokularının yaz güneşiyle kol kola kocaman bir panayır alanına dönüşmesi için bana yalvaran yuvama dönüyorum bu ben ile sarmaş dolaş hasbihal edip orta yolu bulmaya.

Geçmişe gelince… Geçmişi değiştirmeye bu küçük ellerimin gücü yetmez, biliyorum. 

Ama yaşıyorum işte.

Yarın mı? Yarına da sağ salim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks