Öykü

RANDEVU

By

“Kıyıda olmayı değil, okyanusta yüzmeyi seçenlere…”

         Uyuyordu. Zihni açık, bedeni ise yatakla bütünleşmiş bir vaziyette yeni bir güne başlamamak için direniyordu. Yaklaşık beş senedir bu evde yaşıyordu ama tavandaki Yunan mitolojisine ait küçük motiflerini bu denli inceleyip onlara anlam yüklediği daha önce hiç olmamıştı. Yatağın pencereye dönük, güneş alan kısmında dün gece mobil uygulamadan tanıştığı ‘birisi’ vardı. Yaklaşık on saniye kadar düşündükten sonra adını da hatırladı. Herhangi dini bir inancı olmamasına karşılık yanında yatan kişinin kendiliğinden kalkıp gitmesi için adeta dua edecek raddeye gelmişti Yekta. Yataktan sessizce doğruldu. Üç dört hızlı adımla evinin yüksek tavanlı dar koridoruna doğru ilerledi ve kendisini banyoya, tahta zemine ayakucunda basarak gitti. Bir insanın kendi evinde kendisini kısıtlamak zorunda oluşu ne kadar da anlamsızdı ama! Bu yüzden dün gece kendisine neredeyse mükemmele yakın bir orgazm hediye eden kişiye bir kez daha öfkelendi. Hendekleri, kısıtlı bir yaşamı sevmiyordu. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, onu rahatlığından mahrum edemezdi. Hâlbuki özgürlüğün ne demek olduğunu bilmiyordu. En büyük özgürlüğün ancak ve ancak engellerle dolu bir yaşamın içinde sevmek ile elde edileceğinden bihaberdi. 

Banyo kapısından içeri girdiği anda oynadığı bu sessizlik oyununun saçma olduğunu düşünüp koridora doğru başını geri çıkardı ve yatak odasına doğru, “Wake Up!” diye güçlü bir tonda bağırdı. Adının, yaşının, ne yaptığının ve kim olmaya çalıştığının hiçbir önemi olmayan dün geceki yatak arkadaşını uğurladıktan sonra balkonuna çıkıp bir sigara yaktı. Normalde sık yaptığı bir şey değildi sabah uyanır uyanmaz sigara yakmak. Boğazını yakar, lanet bir mide yanması ile günün geri kalanını mahvederdi. Ama bugün bir terslik vardı. Hatta içinden “Keşke geçen gece yakın bir arkadaşından aldığım otu iki günde bitirmesiydim!” diye de hayıflandı. Salonda açık kalan bilgisayar ekranında yeni yayına giren aşk temalı bir İnternet dizisinin tanıtım görselini gördü. 

Konusu aşk ve aşk ekseninde gerçekleşen her dizi-film ve müzikten irkiliyordu. Son zamanlarda neredeyse girdiği her ortamda “birini sevmenin ne denli geliştirici” olduğu, o kadar çok konuşuluyordu ki daha fazla dayanamazdı bu ilkel muhabbete. Bazı anlarda aşka dair net ve keskin olan bu inancını sorgular gibi olsa da hemen bu fikrinden vazgeçiyor; kendini bu aptal düzene alet etmek istemiyordu. Çünkü insanların, adına ‘aşk’ denen bu duygu hali yüzünden, elini yüzünü ya da huyunu suyunu çok beğendikleri kişiyle kendi yataklarında sıvı alışverişi yapabilmek için korkaklıkla mayalanmış lüzumsuz bir maske taktıklarını düşünüyordu. Oysa aşk, korkusuzluğun bedende vuku bulmuş en güzel haliydi. 

Dün sabahtan kalma simidin üstüne dolapta son kullanma tarihinin geçip geçmediğini bilmediği sürme peynirinden sürüp biraz da olsa midesinin yanmasını bastırmaya çalıştı. Salondaki kadife koltuğa oturup çalma listesinden Empire of the Sun’dan bir parça açtı. Uyanır uyanmaz onu karşılayan halsizliği bahane edip işe gitmemeye karar verdi. Zaten bu aralar iş yeri oldukça karışıktı.  Saçma sapan bir magazin dergisinin pazarlama departmanının başındaydı. Zeki birisiydi Yekta. Üniversitede Dijital Sanat ve Enformasyon üzerine okuduktan sonra öğrencilik yıllarında zorunlu olarak yaptığı stajla birlikte SeStyledergisinde çalışmaya başlamıştı. Ne zaman ofise uğrasa aklına hep babası gelirdi. Çok sık iletişim halinde değillerdi. Dünya çapında ünlü bir otomobil markasının kurumsal iletişim müdürü olan İhsan Bey, kendisine her fırsatta dergi gibi ‘ıvır zıvır’ işlerinde zaman kaybetmesine gerek olmadığını ne de olsa hayat boyu ona yetecek maddi imkânları kendisine sunacağını söylüyordu. Küçüklüğünden beri maddi olarak adeta uçsuz bucaksız bir bolluğun içinde yüzmüş olan Yekta, babası annesiyle boşandıktan sonra kendisine sunulan bu imkânların da daha fazla genişlediğinin farkındaydı. Bir nevi İhsan Bey’in kendi çocuğuna sözde ‘eksiklik hissettirmeme’ çabasının bir yansımasıydı bu. Baş ağrılarına kucak açacağı bir hayata izin verilmemişti. Olmazların neredeyse hiç uğramadığı, parlak ve güzel bir hayatı olmuştu. Arada bir iki gün uğradığı dergi ortamı, bir iki tıkla tanışıp birlikte olduğu yakışıklı erkekler ve limitsiz kredi kartlarıyla adeta kendi cennetini yaşıyordu. Fakat cennet, bir insanın etine, bedenine ve cebindeki paraya sığdırılmış bir düzen değil; hakiki duyguların gerçek çarpışmasıyla elde edilebilecek sonsuz bir evrenin kendisiydi. 

Akşamüstü saat altı gibi bu rehavetten kurtulup dışarı çıkmaya karar verdi. Küçük bir mekânda bir iki kadeh bir şey içer, belki barmenle flörtleşir ve bu akşam için de yatağına konuk edebileceği biriyle eve dönerdi. SoHo taraflarına yürümeye karar verdi. İstanbul’dan daha çok Türk olduğuna inanmaya başladığı New York caddelerinde yalpalaya yalpalaya yürüdü. Otobüs durağını da geçtikten sonra Art & Tasteyazan ufak, loş ışıklı bir mekâna girdi. Ceketini çıkardı ve bir an niyeyse ona bugünkü Yekta olması için tüm imkânları sunmuş babasını karşısına alırcasına, “Hani bu oyunda benim yapmak istemediğim hiçbir şey olmayacaktı!” şeklinde isyan ederken buldu kendisini. Ama bu düşüncesinin nereden ve niye geldiğine anlam veremedi. Durduk yere, hiçbir sebep olmadan neden böyle bir hisle baş başa kalmıştı ki? Adımlarını hızlandırdı. 

Bedeni hızlı bir şekilde ısınmaya başladı. Elini alnına koyduğunda çok yoğun bir sıcaklık hissetti. Büyük bir karşılaşmanın ilk selamını alır gibiydi. Mekânın içindeki kavisli, iki üç basamak merdivenlerden yavaş yavaş indi. Kalbi hızlı hızlı atmaya başlıyor, aklı ise Yekta’nın hayatı boyunca dönüp durduğu virajların artık sonuna geldiğinin sinyalini veriyordu. Ceketini çıkarıp vestiyere uzattıktan sonra köşede dikilen resmi üniformalı adam gözüne ilişti. İçeri giren herkese küçük, beyaz bir zarf uzattığını gördü. Nereye girmişti Yekta? Evet, evet daha da emin olmuştu, burası bir restoran veya bar değildi. Dışarıdan bar gibi gözüken bu yer, bir sanat galerisiydi. New York’un en gösterişli, en can alıcı bölgelerinden biri olan SoHo’da en az yirmi çeşit peynirden yapılan fondü ve 2000’li yılların başından kalma yakut şişeli şaraplarla donatılmış bir sanat galerisinin açılışındaydı. Bir an nereye düştüğünü idrak edemediği için, çıkıp çıkmamak arasında kaldı. Ama eline iliştirilen zarf ile birlikte, açılışın bir davetlisiydi o da artık. İstemeden değil, aslında tam da bilerek ve isteyerek, buraya gelmişti. Ve tanışması gereken biri vardı. İnsan, hayatın çağrısına cevap vermeye hazır olduğunda kendisinin gerçek tarafıyla tanışabilirdi. 

Misafirlere sanat galerisinin açılışına özel Nicolas Kooning’in çektiği analog fotoğraflardan seçkiler hediye ediliyordu. Çekilen her bir fotoğrafın arkasında da karede yer alan kişi ya da o manzara özelinde kurmaca mini dizeler yer alıyordu. Bizimkinin şansına da ikisi Paris’te, biri Roma’da çekilmiş üç fotoğraf düştü. Zarfı açtı ve fotoğraflara uzun uzun baktı. Başta düştüğü bu lanet ortamın sıkıcılığı içinde kendi kendine söylenen ve çıkıp gitmeyi düşünen Yekta, fotoğrafların arkasını çevirip okuduğu cümlelerle karşı karşıya gelince o an o sanat galerisinden kilometrelerce uzaklara savruldu. Tek başına kalmıştı sanki. Anlam veremedi. Başta okumayı yarıda kesti. İnkâr edercesine. Bu boktan fotoğrafların ona kendi yaşamını sorgulatmasına asla izin vermeyecekti. Ama direnemedi… Bir gözü fotoğrafta, bir gözü de arkasında yazanlara. 

 Yekta saklandığı yerden çıktı ve mekânın önünde sigarasını yakıp uzun uzun fotoğraflara bakmaya devam etti. Her üç fotoğrafın altında okudukları, bugüne kadar kendisine sormaktan kaçındıklarının izdüşümüydü adeta. Çok güzel bir evi, işi, etrafında yüzlerce insandan oluşan geniş bir sosyal çevresi vardı. Görece bir şekilde eli yüzü düzgün, boylu poslu bakımlı bir erkekti. Hiç kimseye ihtiyaç duymamıştı. Ne istiyorsa onu yapıyor; aklına ne esiyorsa o an onu yaşıyordu. Ama ilk defa bu gece hayatı alarma geçmişti. Kendi bolluğunun içinde bu kadar yoksul hissettiği bir an daha önce olmamıştı. Eline sıkıştırılan zarflar…Ona düşen fotoğraf ve altında yer alan açıklamalar. Saçmalıktı aslında! Gülüp geçmeyi ve tek bir saniye bile bu olan bitene anlam yüklememeyi istiyordu ki en iyi bildiği şeydi. Zorlukla karşılaştığı her an oradan süratle kaçmak en büyük meziyetiyken, en büyük zavallılığı haline gelmişti. Çünkü okuduğu satırlar neredeyse birebir Yekta’yı anlatıyordu. O üç fotoğrafın her biri, küçük bir zarf içinden sıyrılarak adeta kocaman bir çığı tetiklemişti. Bu, tatmaktan korktuğu duyguların esaretinden oluşan yaşamını ona hatırlatan bir sinyaldi.

13.09.2017 / Paris, Fransa

“Yaralan!

Kendine siper ettiğin anlamsız yaşantından sıyrıl.

Sahte bakışların her şeyi ele veriyor.

Çok iyi biliyorsun neyi kastettiğimi.

Hissizsin!

Hissiz olmaktan da memnun olduğunu söylüyorsun..

Değilsin. Olağan ne varsa kusup yeni; sende hiç var olmamış duygular doğurmak istiyorsun.

Yaralanmak istiyor ama acının kendisini inkar edip duruyorsun.

Kabul etmiyorsun.

Yaralan artık!

Seni yok edecek olan sancıların değil,

adına ‘huzur’ dediğin kıyıları yaşama isteğin. 

Sevgiyle tanış artık!

Kıyılarından kurtul. Çünkü, okyanusu kaçırıyorsun…

04.02.2015 / Roma, İtalya

“Birileri sende durup konaklamak istedi,

ama onlara ev olmak istemedin.

İzlemeyi seçtin, oynamayı değil. 

Ezberin vardı ama sahneden hep ürktün.

Sonra bir gün ürktüklerinle kocaman tiradlar attın. 

Ama dinleyen olmadı…

Neydi peki bunca zaman o baloncukların içine sığdırdığın?

Savunmasızlığın mı yoksa sahici olmaktan korkman mı?

Nedendi hevessizliğin?”

22.09.2018 / Paris, Fransa

“İçine çektiğin her bir sigara dumanı, tokalaşmaktan korktuğun geçmişinle bugünün çarpışması.

Yaşam, ancak cesaretle sahiplenebildiğin duyguların armağanıydı.

Aşk…

Aşk ise korkusuzluğun bir bedende vuku bulmuş en güzel hali.

Sen?

Bu ikilinin buluşmasından ebediyen mahrum ve de mahkum olan.”

Avcunda tuttuğu her bir fotoğraf ve her fotoğrafın arkasında yer alan yazılar ona çok yoğun bir haykırışı armağan etmişti bu gece. Öyle bir haykırıştı ki bu, ertelediği, korktuğu ve uzağında tuttuğu “Yaşam”ın daha fazla bastırılamayacağının resmiydi.. Sınıra gelmişti. Ancak sevgi ile doldurulmuş bir yaşamın sahici olabileceği gerçeğinden kaçamazdı artık. Anlamda olmaktan korkmamalıydı. Hayatı daha fazla itemez, inkar edemezdi. Kahvesini sütlü içiyordu. Hayır, artık kahvesini sütsüz içmeliydi. Sahip olduğu ve gururla övündüğü hayat düzeninin ne kadar muazzam bir sahteliğe ev sahipliği yaptığını idrak etme zamanıydı. İsimlendirip konumlandıramadığı bu garip yüzleşmenin de kendi doğrularım diye parlattığı yaşantısının sevgiden, aşktan ve tutkudan uzak oluşundan kaynaklandığını öğrenmeliydi. 

O gece o mekandan sanki kendisi ve kendinden çok farklı bir Yekta’nın randevusundan geçmiş gibiydi. Mide bulantılarına kol açtığı; anlamsız ama bir yanıyla da sevinçli bir hali vardı. Bedeni daha önce hiç bu kadar rahat bir o kadar da panikte hissetmemişti. Neredeyse gökyüzüne bakıp içinden bu huzursuz hali için minnettar olduğunu söyleyecek kadar garip bir Yektaydı bu. Bakmakla görmek arasında kalıp en nihayetinde ‘görmeyi’ seçtiği mesajlar, sanki çok uzun zamandır öğrenmesi gereken birtakım derslerin adeta bir ‘kapsül’ halinde ona uzatılmıştı. Mesajların her birinin bir anlamı vardı. Nihayet o anlamı aralamak için harekete geçmeye karar vermişti. Çünkü her birinde kendi gerçekliğini; sancılarını görmüştü Yekta. Kimi zaman bolluk, kimi zaman da boşluk içinde saklayıp bastırdığı duygularının gün yüzüne çıkma vaktiydi. Belki de hissettiği minnettarlığın sebebi de yaşamla temasa geçmeye başladığını fark edişiydi? Zaten hayatın önümüzde eğilerek bize selam verdiği tek an, önce kaçındığımız fakat karşılaştıktan sonra bizi biz yapan sancılarımızı sahiplendiğimiz o an değil miydi?


Fotoğraflar:  Mustafa Onur Durna

..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks