Öğle sularında yatağının solundaki kara perdelerinin arasından sızan göz alıcı güneş ışığı onu uyandırdı. Öfkeyle yatağından kalktı, biraz daha uyumak istiyordu, hatta çok daha fazla uyumak istiyordu ama günışığı buna izin vermemişti. Sabahlığını giyip salona gitti, televizyon kumandası çoktandır kayıptı. Bugün de aramaya yeltenmedi. Evindeki rahatsız edici sessizlik hoşuna gidiyor gibiydi. Mutfağa yöneldi ve masanın üstündeki kuru ekmeği eline alarak buzdolabını açtı. Dolapta yalnızca bir dilim beyaz peynir kalmıştı. Kuru ekmek parçası ve bir dilim peynir gününü kurtaracağı için sevinirken yarın ne yiyeceğini düşündü ve alışveriş yapması gerektiği fikri keyfini kaçırdı. Evden çıkmak istemiyordu. İşten atıldığından beri yaklaşık birkaç haftadır evden hiç çıkmamıştı. Kahvaltısını etti, koltuğuna uzandı ve birkaç saat boyunca evden çıkmanın onun için ne kadar zor olacağını düşündü. İnsan görmek, kimseyle iletişim kurmak istemiyordu. Apartman kapısından çıktığı zaman mutlaka mahalleden birini görecekti, ayaküstü iki kelime sohbet etmek zorunda kalacaktı. Buna enerjisi yoktu. İnsanlara anlatacak bir şeyi de yoktu zaten, hali hatırı sorulduğunda vereceği bir iyiyim veya kötüyüm cevabı da yoktu. Kötüydü belki ama bunu kabul etmek istemiyordu. Hem birine kötüyüm derse bir sonraki alacağı soru “neden?” sorusuydu. Bununla hiç mi hiç uğraşamazdı. Ama evden çıkmak zorundaydı, tüm bunları bir kenara bırakıp o zorunluluk hissinin ağır yüküyle kendini banyoya attı. Ilık bir duş aldı, eskiden her gün duş alıp saçlarını tararken artık bunu haftada bire indirmişti. O da mecburiyetten. Duştan çıktığında lavaboda dişlerini fırçaladı, bir an için dişlerinin nasıl göründüğünü merak etti fakat lavabonun üstündeki aynanın yerinde artık sadece boş bir duvar vardı. Eşi tarafından ihanete uğradığını öğrendiği gün evdeki bütün aynaları kaldırmıştı, hatta bir kısmını kırıp paramparça etmişti. Aynaları kaldıralı birkaç ay oluyordu, o zamandan beri dışarı çıktığında bile tuvalet aynalarından, asansör aynalarından uzak duruyordu. Hatta yolda yürürken arabaların camından yansımasını görme korkusuyla hep başı eğik yürüyordu. Aynalara karşı bu denli takıntılı olmasının sebebi kendini çirkin bulması değildi. Aynaya baktığında gördüğü o kişi onu rahatsız ediyordu. Bembeyaz ve ifadesiz suratı, uykusuzluktan ve ağlamaktan çökmüş gözaltları, eskiden pespembe olan dudaklarının yerini alan solgun dudakları aynaya her baktığında onu mutsuz edecekti. İşte bu yüzden eşinin onu terk ettiği günden sonra aynalara küsme kararı almıştı.

Kısa bir üst baş hazırlığı ve uzun bir psikolojik hazırlıktan sonra sonunda dışarı çıkabilmeyi başardı. Güneşin henüz batmadığını görünce birkaç saat daha evde oyalanmadığı için pişman oldu. Eğer hava karanlık olsaydı kimse onu, o da kimseyi görmeyecekti. Yapılacak bir şey yoktu, çoktan çıkmıştı ve markete doğru yürüyordu. Şimdilik her şey yolundaydı, hırkasının şapkasını kafasına taktı ve yürümeye devam etti. Tam markete varmak üzereydi ki o civarda oturan eski bir arkadaşıyla karşılaştı. Göz göze gelmişlerdi artık, kaçma şansı yoktu. Arkadaşı ona doğru yöneldi ve selam verdi. O da istemeye istemeye yalnızca bir baş hareketiyle arkadaşına selam verdi, tam arkasını dönüp gidecekti ki arkadaşı birdenbire geçen hafta kocasıyla gittiği tatili anlatmaya başladı. Bunu neden anlattığını ve bu konunun nesinin onu ilgilendirdiğini düşünürken birden arkadaşı tatilde, ona ihanet eden eşi ve birlikte olduğu kadını gördüğünü söyledi. Arkadaşına baktı, bir iki saniye duraksadı, hiçbir şey demeden markete girdi. Tam da korktuğu şey olmuştu, biri gelip selam verme bahanesiyle kafasına gereksiz bir detay sokmuştu. Bunu yapan, bir zamanlar en yakınım dediği arkadaşıydı. Bu asla iyi niyetle yapılan bir hareket değildi, başkası böyle bir şey söylese belki bilgilendirmek amacıyla yaptığını düşünürdü fakat bu kadın onun canını sıkmak istemişti. Kadın kıskançtı, bunu yıllarca açık açık belli etmişti. Başkalarının mutsuzluğu onun mutluluğuydu, hele bir de bu mutsuzluk en yakınının mutsuzluğuysa… Kendisine ihanet eden eşinin tatilini bilmek zorunda değildi, zaten istemiyordu. Böyle şeyler duymamak için insanlardan köşe bucak kaçıyordu. İnsanların ağzı torba değil ki büzesin, konuşup duruyorlardı yerli yersiz. Bu saçmalıktan sonra evden çıkmaktan bir kez daha nefret etti. Alışverişini bitirmişti, çıkış kapısına doğru yöneldi. Hava kararmıştı, kapı otomatik açılıp kapanan cam kapılardandı. Kapının önünde durdu fakat kapı açılmadı. Market kapısının açılmasını beklerken camın yansımasında siluetinin göründüğünü fark etti, biraz daha yaklaşsa yüzünü görecekti. Tedirgin oldu, geri çekildi. Ne kadar da zayıflamıştı, kendisini ilk defa bu ebatlarda görüyordu.  Yaşadığı onca şey yalnızca manevi olarak değil, bedenen de ondan çok şey götürmüştü. Çelimsiz görünüyordu. Kapı nihayet açıldı, camdaki yansımasına baka baka marketten çıktı.

Bir de dönüş yolu vardı şimdi, yine aynı şekilde hırkasının şapkasını başına kapatarak evine doğru yürümeye koyuldu. Bu sefer hava karanlıktı, bir de farklı bir yoldan gitmeyi seçmişti. O yol daha tenhaydı, günlük insan kotasını fazlasıyla doldurmuştu. Elinde poşetlerle ağır aksak eve varmış sayılırken ne yazık ki arkasından ismini bağıran birinin sesini duydu. Bu, tanıdık bir sesti, arkasını döndü ve yıllardır birlikte çalıştığı iş arkadaşını gördü. Olduğu yerde durdu, iş arkadaşı telaşla yanına koştu ve epey süredir telefonlarına çıkmadığını bu yüzden evine kadar geldiğini söyledi. Asıl merak ettiği şey ise işten atılma sebebiydi. Bu soruyu cevaplamak ona gülünç geldi. Ne diyecekti iş arkadaşına? Patronunun onu yaşadığı ruhsal bunalım dolayısıyla kovduğunu mu söyleyecekti? Ne kadar anlayışsız ve acımasız bir adam olduğunu mu anlatacaktı? Herkes kötü dönemler geçirebilirdi, patronu yıllardır kendini işine adamış elemanını yaşadığı bir buhran yüzünden bir kalemde silmişti. Kovmuştu, işsiz bırakmıştı. Daha beteri olabilir miydi? O an bunları kafasından geçirdi fakat iş arkadaşına en ufak bir cevap dahi vermeden anahtarını kapının deliğine soktu ve çevirdi. Nihayet evdeydi.

Haftalardır evden çıkmadığı için evin halinin ne kadar kötü olduğunun farkına varmamıştı. Kapıyı açtığında bu durumla yüzleşti. Dağınık eşyalarından evde adım atacak yer yoktu. Üstelik her yer çok pisti, haftalardır toz bile almıyordu. Alışveriş poşetlerini mutfağa bıraktı, etrafına bir kez daha baktı. İçi daraldı, akşamın erken saatleriydi, uyuyana kadar burada vakit geçirmek zor olacaktı. Duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Evi sahile yakındı, eskiden ne zaman kendini kötü hissetse sahilde yürüyüş yapardı. Bir süre önce bu alışkanlığından da vazgeçmişti. Sahile gitmenin ona yine iyi gelebileceğini düşündü. Tam evden çıkacaktı ki iki gündür telefonuna hiç bakmadığı aklına geldi. Odasındaki çekmeceden telefonunu aldı ve ekranını açtı. Bir mesaj vardı, aldatan eşinden. Onunla konuşmak istediğini yazmıştı. Mesajı görünce ne yapacağını bilemedi, içinde bir heyecan uyanmasından çok korktu. Eğer heyecanlanacak olsa bu kadar gurursuz olduğu için kendisinden nefret edecekti. Buna izin vermedi, içinde alevlenmeye hazır heyecan kıvılcımları, yerini zorla öfkeye ve nefrete bıraktı. Elindeki telefonun ekranını kapattı, karanlık ekranda yine kendi yansımasını gördü. Aynı gün içinde ikinci kez olmuştu bu, yüzündeki ifadeyi görmek istemiyordu. Telefonu aldığı çekmeceye geri koydu. Evden çıktı, sahile doğru yola koyuldu. Elleri titriyordu, bunun sebebinin az önce gördüğü mesaj değil de havanın soğukluğu olmasını umuyordu. Yürüdükçe adımları hızlanıyordu, aldatan eşinin onunla ne konuşabileceğini düşünüyordu. Ne konuşabilirdi eşi, pişmanlığını mı? Yoksa içindeki bastırılamayan doyumsuzluğunu mu anlatacaktı? Aç gözlülüğünden, tatminsizliğinden mi bahsedecekti? Yıllardır bu sadakatsiz adam için yapmadığı fedakârlık kalmamıştı. Her şeyin önünde tutmuştu onu, herkesten ayırmıştı. Onu çok sevmişti, hiçbir yanlış yapmamıştı ona. Bazen yalnızca o mutlu olsun diye kendinden ödün verdiği bile olmuştu. Peki, o adam ne yapmıştı? Her şeyi hiçe sayıp başka bir kadının kollarına atmıştı kendini. Sorun sevgisizlik miydi? Değildi. İlgisizlik miydi, değersizlik miydi? Asla değildi. Yalnızca insanoğlunun kontrol edilemeyen içgüdüleri, egosu ve doyumsuzluk hissiydi. Bunları düşündükçe hem oldukça hızlı hem de ayaklarını yere vura vura yürüyordu. Başını kaldırdı, sağında denizi gördü. Sahile ulaşmıştı. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti, tam istediği gibi etrafta kimsecikler yoktu. Zor bir gün geçirmişti, kafasında konuşan kendisini susturmaya çalışıyordu. Huzura ihtiyacı vardı, yalnızca o an değil uzun zamandır huzura ihtiyacı vardı. Soğuk iyice bastırmıştı, üşümeye başladı. Az ötede alevlerin yükseldiğini gördü. Birileri ısınmak için ateş yakmıştı. Evsiz ve kimsesiz bir aileydi bunlar, anne, baba bir de çocuk. Onların yanına gitti, çocuğa baktı. Üstündekilere kıyafet demeye bin şahit gerekirdi, her yeri yırtılmış bir pantolon, eski püskü gömleğe benzer bir giysi. Çocuğun anne ve babasının hali de pek farklı değildi. Sokaktan topladıkları örtüler vardı üzerlerinde.  Kimse konuşmuyordu, ailecek bir yarım ekmeği paylaşıyorlardı, ekmeğin bir parçasını da ona uzattılar. Uzatılan ekmeği eline aldı. Ateşe baktı, rüzgârla birlikte gitgide yükselen alevlerde suratını gördü. Suratı her ayrıntısıyla karşısındaydı artık. Bu sefer kaçmadı, uzun uzun baktı. Ruhu alevlerle bütünleşti, sanki kendisi yanıyordu. Arkasına doğru gerindi, karnını şişirdi, ellerini suratına doğru götürürken ağzını kocaman açtı, bütün dişleri görünüyordu. Ve sonra, patlattı kahkahayı. Bu kahkahanın içinde tüm duygular, tüm yaşanmışlıklar, tüm hayatlar ve tüm insanlar vardı sanki.  Bütün şehrin, bütün ülkenin hatta bütün dünyanın duyabileceği kadar şiddetli ve belki de hiç kesilmeyecek olan bir kahkahaydı bu.

KAYNAKÇA

Öner, N. (1977). Durumluk ve Sürekli Kaygı Envanterinin Türk Toplumundaki

Geçerliliği, Doçentlik Tezi, Ankara.

Öner, N. ve Le Compte A. (1985). Durumluk-sürekli kaygı envanteri el kitabı,

İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

Özkan, K. K. (2011). Kaygı (Anksiyete). http://www.sokratespsikiyatri.com.tr/index.php/makaleler/detay/18 (Erişim Tarihi: 20.09.2014)

Sesti, A. M. (2000). State-Traid Anxiety inventory in medication clinical trials,

QoL Newsletter, 25, 15-16

Burhanettin Kaya, Mine Kaya. 1960’lardan Günümüze Depresyonun Epidemiyolojisi, Tarihsel Bir Bakış. J Clin Psy. 2007; 10(6): 3-10

Shorter E. A history of psychiatry: From the Era of the Asylum to the Age of Prozac. John Wiley&Sons Inc., New York, 1997.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks