Öykü

YOLDA GEÇEN GENÇLİK: ÖLÜM İLE YOLUN KESİŞTİĞİ BİR YAŞAM

By

Benim hikayem, annemin ölümü ile başlıyor.

Tahminime göre sene 1942. Beş yaşındayım. Annem üçüncü doğumunu yapıyor ve erkek kardeşim Uğur dünyaya geliyor. Uğur daha kırkının içindeyken annem hastalanıyor ve sizlere ömür oluyor. Durumun farkına varmamam için aile arkadaşlarımız elime fındık fıstık sıkıştırıp beni konu komşuya yolluyorlar. Dolayısıyla annemin ölümünü hiç hatırlamıyorum. Annemin kendisini de hatırlamıyorum. Annemle ne yaşadığıma, ne yaşamadığıma dair hiçbir anım yok. Ama şunu biliyordum ki, artık hayatım hiç de kolay olmayacaktı.

O dönemde İzmir’de yaşıyorduk. Babam Açık Deniz Koruma’da kaptandı. Harp gemisi gibi gri bir motorda görev yapıyordu. Annem tam da motorun tamiri için Hasköy’e geldiğimizde vefat etmişti. Hasköy, yolda geçirdiğim gençliğimin ilk durağıydı. İlk kaybımı yaşadığım durak. Annemin ölümünden sonra babam beni, ablamı, babaannemi ve yenidoğan kardeşimi alıp bizi İzmir’e geri getirdi ve Damlacık’taki evimize tekrar yerleştik. On ay sonra, bu sefer kardeşim Uğur vefat etti. Daha ilk yaşını bile dolduramamıştı.

Biz İzmir’deyken babamın bir ahbabı, onu bir kız arkadaşıyla tanıştırdı. İzmirli Fethiye Hanım. Birbirlerini beğenip evlendiler ve Fethiye Hanım bizim Fethiye annemiz oldu. Fethiye annem benim için çok özel, çok kıymetli bir kazanç oldu. Onunla ilişkimiz her zaman çok güzel oldu. Beni çok severdi, ben de onu. Uzun saçlarımı yıkar, özenle tarardı. Bana hep badem gözlüm derdi. Aramızdaki bağ o kadar güzeldi ki, o kadar kuvvetliydi ki onu hep annem saydım. Ne o, ne kardeşlerim, hiçbir zaman gözümde üvey olmadılar.

Babam ile Fethiye annemin nikahından hemen sonra babamın tayini Bozburun’a çıkmıştı. Babam önce eşiyle gidip yerleşti, yerleştikten beş-altı ay sonra ise beni, babaannemi ve kardeşlerimi de yanlarına aldırdı. O zamanlar Bozburun’a gelmek o kadar zordu ki. El değmemiş, ücra bir köy. Çok ama çok uzun bir yol. Tamamen deniz yoluyla ulaşım da yok. Motorun girebileceği, yanaşabileceği bir yer yok. Şu an hatırlamadığım bir limana kadar motorla gidiliyor, sonra at sırtında kara yolundan devam ediliyordu. Böyle kolay anlattığıma bakmayın, motor yolculuğumuz tam bir maceraydı. Fırtınaya kapılmıştık. Dalgalar bizi bir sağa bir sola fırlatıyordu. Babaannem dalgalarla boğuşurken okudu üfledi, okudu üfledi. Bildiği hangi dua varsa hepsini bize tek tek öğretti. Hepsini hâlâ hatırlıyorum. Korktuğumda, üzüldüğümde, kendimi kaybolmuş hissettiğimde hâlâ hepsini tek tek okurum.

Karaya vardığımızda da macera bitmedi. Babam bize eşlik etmeleri için evin emir erlerini göndermişti. O zamanlar her memurun evinde emir erleri bulunurdu. Babamın gönderdiği erler bizi atların sırtlarına attılar, çıktık yola. Benim arkamdaki emir eri beni tutamadı mı, ne oldu bilmiyorum, yoldayken ben atın üstünden düşmüşüm. Ben hatırlamıyorum ama babaannemin anlattığına göre yaşıyor olmam bir mucizeymiş. Biraz daha öteye düşseymişim uçurumdan yuvarlanacakmışım.

Dağdan tepeden, bir şekilde Bozburun’a ulaştık. Bozburun ücra ama muhteşem bir köydü. Çok güzel bir yerdi. Denizi pırıl pırıl, badem ve inciri boldu. Babaannem bizi az denize götürmezdi. Biz kardeşlerimle yüzüp eğlenirken o da maşrapasıyla su dökünürdü. Bozburun’un bir kötü tarafı akrebiydi. Ama orada akrep değil, kuyruklu derler. Orada o kadar çok kuyruklu vardır ki, akşamları cibinliksiz yatılmazdı. Duvarlarda dolaşırdılar. Akşam sedirler hazırlanır, sedirlerin ayaklarına sular konur, üstüne de cibinlik örtülürdü. Anca öyle yatılabilirdi.

Bozburun’da dört sene oturduktan sonra Marmaris’e tayin olduk. Marmaris de çok güzel bir yerdi. Orada ilkokula başladım. Oranın memuriyeti bitince de Bodrum’a tayin olduk. Bodrum’da tam merkezde, kalenin orada oturduk. Evimiz tam portakal bahçelerinin ortasındaydı. Mis kokusuna doyamazdım. İşte tam orada kardeşim Yaşar doğdu. Yaşar’dan önce bir kardeşim daha doğmuştu ama o da altı aylıkken sizlere ömür olmuştu. Bu kardeşim yaşasın diye adını Yaşar koydular. Yaşadı da. Hala yaşıyor. Canım kardeşim… Onunla birlikte çok güzel hatıralarım var. Yaşar’a neredeyse hep ben baktım, neredeyse hiç yanımdan ayırmadım. Sahile giderdik, sandala binerdik. Bir kere sandalda yalpaladık, neredeyse düşüyordu ama yakalamıştım onu. Yaşar’dan sonra iki erkek kardeşim daha doğdu. Cengiz ile Uğur. Üçünde de çok emeğim var.

Biz Bodrum’dayken babam bir gün İzmir’e geminin tamiri için döndü. Orada tamirdeyken ensesinde bir çıban çıktı. Çıbanı göstermeye doktora gidiyor, meğerse böbrekleri çürümüş, kansermiş. Hepimiz alelacele toparlanıp yanına gittik. Babaannem, oğlumu İstanbul’a götürüp orada tedavi ettireceğim diye ısrar etti, öyle de yaptık. Annem erkek kardeşlerimle İzmir’de kaldı; ben de ablam, babam ve babaannemle İstanbul yoluna düştüm. İstanbul’da bir ev tuttuk, sonra babamı direkt Amerikan Hastanesine götürdük. Oradaki doktor babamın sırtını sıvazladı ve babama boşuna doktor doktor dolaşmamasını söyledi. Bu illetin tedavisi yok demişti. Emin olmak için başka bir doktora daha gittik, o da aynı şeyi söyledi. İstersen yine de açıp bir bakalım diye teklif etmişti. Babamın tepkisi, “Sandık kapağı değil benim karnım, açıp bakacaksınız,” olmuştu. Son zamanlarını hep beraber geçirelim diye annem ve kardeşlerim de yanımıza, İstanbul’a geldiler. Ailecek üç ay geçirdik, üç ayın sonunda babam da sizlere ömür oldu. Öldüğünde saat yediydi. Dünya adeta üstüme yıkılmıştı. Çok acı çekmiştim. Babamı o kadar çok seviyordum ki, kelimeler onu ve ona olan sevgimi betimlemekte kifayetsiz kalır. Erkek çocuk gibi sürekli peşinde dolaşır, yanını bırakmazdım. Uzun boylu ve yağız, tam bir İstanbul beyefendisiydi. Benim kahramanımdı. Daha önce çok kayıplar yaşamıştım ama bu en kötüsüydü. En küçük kardeşim Uğur daha bir buçuk yaşındaydı babamdan öksüz kaldığında. Bense on dört yaşımdaydım.

Babamın ölümünden sonra annem İzmir’e dönmek istedi. Beni ve ablamı da yanına alacaktı ama babaannem izin vermedi. Erkek kardeşlerim Fethiye annemle İzmir’e döndüler, ablamla ben ise babaannem ile İstanbul’da kaldık. Mesafeler bizi ayırmış olsa da Fethiye annem ile iletişimimiz hiçbir zaman kesilmedi. O zamanlar telefon olmadığı için sürekli mektuplaşırdık. Seneler sonra ben evlendiğimde evimi ziyarete bile gelmişti. Aramızdaki bağ o vefat edene kadar hiç kopmadı. Kardeşlerimle de kopmadı.

O sene ablam Emirgan’da eğitim hayatına devam etti, ben de Büyükdere’de Akşam Kız Sanat Okuluna gittim iki sene. İç çamaşırı, erkek çamaşırı, erkek pijaması derken bir gün görücü geldi. Oğlu için eş arıyormuş, komşular da beni söylemişler meğer. On yedi buçuk yaşımdayken, daha reşit olmadığım için babaannemin imzasıyla evlendim. Önce kızım Saime, sonra da oğlum Selçuk doğdu. İlk doğumum o kadar zordu ki, ölümlerden döndüm. Doktor kocama önce eşini mi istersin yoksa çocuğunu mu diye sormuş. Eşim de ikisini de kurtarın ama bana önce eşim lazım demiş. Ondan sonra ikinci doğumumda sezaryen olmak zorunda kaldım. Şimdi sezaryen olmak çok kolay, ertesi gün hastaneden taburcu ediyorlar. Ama o zamanlar çok zordu. Bir kolundan serum yerken bir kolundan kan verirlerdi. Tam on bir gün, karnımda kum torbalarıyla hastanede yattım. Oğulumuzun doğumundan yirmi üç sene sonra eşim Mustafa da sizlere ömür oldu. Daha sonra kızımdan da oğlumdan da birer tane kız torunum oldu. Büyük torunum Nimet’in kızı Irmak’ın doğumunu da gördüm. Ne kadar çok ölümlere şahit olmuş olsam da, bir o kadar da doğuma şahit olmuş oldum. Hayat benden genç yaşta çok fazla şey aldı, çok kıymetli insanları hayatımdan koparıp attı, ama bir o kadar da mucize kattı. Kardeşlerimi, çocuklarımı, torunlarımı hiç ayırmadı yanımdan. Ben de iyice kucakladım ailemi. Çünkü hayat dediğimiz yol böyledir. Kazandıkça kaybettirir, kaybettikçe kazandırır, kazandıkça kaybettirir… Yol hep böyle devam eder. Önemli olan yolu benimsemek ve yola devam edecek gücü kendi içimizde bulmaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks