Öykü

PANAYIR

By

“Yukarı bak…

Yukarı bak… Yukarı bak!”

Alt komşusu Nebahat Hanım, sorunlu ve dırdırcı birisi olsaydı, gecenin bir yarısı yükselen bu seslerden sonra apartman sahibine doğru çoktan şikayete gitmişti! Adeti haline gelmişti Riah’ın. Yaklaşık beş-altı aydır süregelen bu belirsizlik sancıları, bir anda dökülüveren göz yaşları refakatinde geceleri kapısında dikiliyordu. Acısını penceresinin önünde tutabilmek ve salkım saçak evine konuk olmaması için böyle bir çözüm bulmuştu. Hafiften burnu sızlar gibi olduğu her an ağlamamak için başını tavana doğru dikip “Yukarı bak! Ağlama!” diye yüksek seste söylenip duruyordu. İçinde sessizliğe gömmeye çalıştığı bu orduyu bir an olsun sükunetle buluşturduktan sonra kalkıp kendisine bir bitki çayı demlemeye karar verdi. Aslında pek adeti değildi çay içmek. Çayın kalabalığa; kahveninse yalnızlığa davetiye olduğunu düşünürdü. Kalabalığa aşeriyordu çünkü. Seslice haykıramıyordu bu susuzluğunu ama; birinin, birilerinin uğultusuna çok ihtiyacı vardı. Özel birisi olmasına da gerek yoktu üstelik. Bir arkadaş, bir dost… bir eş tanıdığı, birisi işte! Acilen bu kabuğuna sinmiş; yemek yemekten ve geceleri ağlamaktan başka hiçbir aktivitesi olmayan depresif Riah ile ahbaplığını kesmeliydi. Yalnızlaşarak yavaş yavaş özünü kaybetmenin getirdiği o kasvetli ve hastalıklı sükunet, onu kendisinden ve hayatın bir parçası olmaktan alıkoyuyordu. Aslında bu buhrandan yalnızca sonbahar grisine bürünmüş hayatını renklendirerek; başkalarına yuva olarak kurtulabilirdi. Çünkü, en güzel renklere sahip olabilmek için önce ‘renklerin ta kendisi’ olmak gerekiyordu.” Bir arkadaşı, bir partneri veya herhangi biri değil; ancak ve ancak kendisi onu o kapının eşiğine getirebilirdi. Hancı olmaktan bu denli yorulduğunu söyleyen birinin kendisine yapabileceği en büyük iyilik, yanına iliştirdiği yolluğuyla birlikte handan ayrılıp tekrardan yola koyulması olabilirdi.

Boş geçirip kafasını dinlediği iki yıldan sonra köşede biriktirdiği parasıyla kendisine küçük bir kahveci dükkanı açmıştı. Galata’da kule dibine gelmeden hemen köşedeki dükkan, başlarda kafasını çok meşgul ettiği için ona iyi gelir gibi olmuştu. Düzenini oturttuktan sonra adeta çalışanlarına teslim etmişti dükkanı. Kendisi ise haftada bir bazen iki gün bazen de hiç uğramaz olmuştu. Cebelleştiği sıkıntısından bir nebze olsun sıyrılıp uğramaya karar verdi. Yağmurlu bir Çarşamba öğleninde, mutfağında taze kahve çekirdeklerinden hazırladığı filtre kahvesini termosuna doldurarak evden çıktı. Yol üstünde köşedeki bakkaldan sigarasını da alarak ağır ağır adımlarla kafeye doğru süzüldü. Kafeye girdiğinde haftanın en az iki-üç günü muhakkak işlerini burada, Riah’ın kafesinde, yapan daimi müşterisi Semra Hanım’la ayaküstü sohbet ettikten sonra çalışanları Ömür, Güzide ve Emrah’a selam vermek için içeri girdi. 

O ayki gelir- gider tablosunu incelerken evden getirdiği filtre kahvesinin bittiğini fark edince hemen Emrah’tan bir espresso rica etti ve kendi köşesine çekilerek hesap kitap yapmaya başladı. Oyalanmak zorundaydı. “Bugün de böyle olsun!” diye geçirdi içinden.İsteyerek, kendi arzusuyla açtığı bu kafede yaptığı her şey son zamanlarda ona fazlalık olarak gelmeye başlamıştı. Bir an bu duygusundan dolayı derin bir utanç duydu. Yavaş yavaşsilkelenmesi ve hayata yeniden karışması gerektiğinin işaretiydi bu belki de. Bir yandan içindeki bu duyguların feryadını küçük bir çocuğu sakinleştirmeye çalışır gibi susturmaya çalışırken bir yandan da kafenin aylık giderlerini hesaplamaya devam ediyordu. O anda iri bir düşünce tohumu ekildi zihnine. Yanıtsız, tepkisiz kalamadı buna. Dudaklarını kıpırdatarak: “Beni yeniden mutlu edecek bir şeylere ihtiyacım var!” diye söylendi. Son zamanlarda bu kendi kendine konuşma halini çok “delice!” buluyordu. Zihnini oyalayabilmek için kendi çapında kurduğu küçük oyunlar olarak nitelendiriyordu. Lakin bundan çok daha fazlasıydı aslında. Birisinin Riah’a, kişinin zihninden geçenleri doğru zamanda ve doğru bir şekilde evrene iletmesinin ne denli önem taşıdığını söylemeliydi. O “birisi”, usul usul kafenin önünde dikiliyordu işte.

Hayat, yelkenli olmayı seçen ile kıyısına vuracak rüzgarı bekleyeni buluşturmayı severdi. Gökçe, dalgalı küt saçları ve söndürmeye çalıştığı sigarasının dumanını da arkasına destek alıp Riah’ın kafesine giriş yaptı. Burayı seviyordu. Daha önce birkaç arkadaş toplantısı için bulunmuştu. Burası, 2015’te geldiği İstanbul’da kendini güvende hissederek rahatça vakit geçirdiği nadir yerlerden biriydi. 2011 yılında İzmir’de cinsiyet değiştirme ameliyatı olduktan dört yıl sonra her şeyini toplayıp İstanbul’a arkadaşının yanına gelmişti. Oldukça şanslı biriydi Gökçe. Ailesi, küçüklüğünden bu yana Gökçe’nin hissettiği bu kimlik bunalımında ona hep destek olmuştu. Kişinin hayatını, hayallerini, hedeflerini ve toplumdaki yerini cinsiyet gibi ucuz -fakat ne yazık ki Türkiye gibi ülkelerde toplumda çok büyük yer işgal eden- bir kavramın belirlemesine, yön vermesine son derece karşı olan ebeveynlerdi. Bu yüzden de öncesinde ve sonrasında hep yanında oldular. Gökçe, kendisini hazır hissettiği ilk anda da maddi-manevi onun yanında olup bu operasyona giriştiler. Operasyondan yaklaşık dört yıl sonra kendisini çok daha iyi hissettiği an İstanbul’a gitmeye ve orada hayat kurmaya karar verdi Gökçe. Oldukça da başarılı oldu. Tek başarısı, İzmir Adnan Menderes Havalimanı’ndanİstanbul’a uçan uçağına binip buraya gelmek olacaktı… Çünkü, böylesine köhne ve acımasız bir şehrin insanları ve o insanların hüküm sürdüğü sistemin çarkları; ona özgürlüğünü teslim edebilecek medeniyet ve eşikte değildi. Aç kaldı. Gittiği her iş görüşmesinde ona “norm dışı” bakışlardan başka hiçbir şey armağan etmeyen işverenler yüzünden hiçbir işe kabul alamadı. Aylarca arkadaşlarında barınmak; evlerindeki duvarlara, koltuğa, perdeye… Kısacası her köşeye ‘göçebe bir hediye süsü’ olarak yapışmış gibi hissetti. 

Neyse ki bu zor zamanlar öyle ya da böyle edindiği sosyal çevresi ile birlikte geçti. İstanbul’da eşitlik savunucusu birkaç vakıf ve derneğin iletişim çalışmalarını yürüttü. Ortalamanın üstünde paralar kazanmaya ve kendini geçindirmeye başladı. En nihayetinde, Galata’da stüdyo bir daireye çıkarak kendisine bir yaşam kurdu.

Köşede dışarıya doğru bakan bir masa bulup, yerleşti. Biraz tedirginlik biraz da umutla bilgisayarını, belgelerini hazırladı ve kahve siparişi için çalışanlardan Güzide’ye seslendi. Güzide, kafedeki en genç çalışandı. İstanbul Üniversitesi’nde ikinci sınıf Hukuk öğrencisiydi. Onu ay boyunca geçindirmeye yetecek bir gelire ihtiyacı olduğundan derslerine daha az odaklanma pahasına burada çalışmak zorundaydı. Gökçe’ye “hoş geldiniz, ne alırsınız?” dedikten sonra onu anımsar gibi oldu. Emin olamadı. Kasaya siparişi girmeye gittiği zaman Emrah ve Ömür’e dönüp “Şu köşede oturan kadını hatırladınız mı? Geçen gün de gelip sosyal medya, Facebook, hesap yönetimi falan filan diye bir şeyler sormuştu bize….” dedi. Az çok olayı anımsayan ikili Emrah ve Ömür, Güzide’ye onaylayıcı bir baş hareketini yaparken Gökçe bir anda kasanın eşiğinde bitti.

Merhabalar… Nasılsınız?

Geçen gün de sizi rahatsız etmiştim.

Ben Gökçe, bazı kurumlara ve markalara freelance olarak sosyal medya ve pazarlama danışmanlığı yapıyorum. Bu da kartım…

Buraya çok sık geliyorum… Ve sosyal medyada burayı daha aktif bir şekilde insanlarla buluşturursak çok daha iyi sonuçlar alacağınıza inandığım iç….”

Ömür, Gökçe’nin lafını keserek araya girdi :

Merhaba, hatırlıyoruz. Teşekkür ederiz ancak böyle bir şeye ihtiyacımız olduğunu pek düşünmüyoruz. Daha doğrusu bu kafenin sahibi Riah Bey, hemen şu köşede oturan, böyle bir şeye ihtiyaç olsaydı mutlaka bir arayışa girerdi. O yüzden, sağ olun.. Ama düşünmüyoruz.

Dikkati dağılmıştı Riah’ın. Kasada Gökçe ve çalışanlar arasında geçen konuşmalara kulak verdi. Masasından kalktı ve kasaya doğru yürümeye başladı. Ağır hareketlerle gözündeki gözlüğü çıkardı ve: “Merhaba, az önce konuşmanıza kulak misafiri oldum da… Nasıl yardımcı olabiliriz size?” şeklinde kibarca bir diyalog başlattı Gökçe ile arasında. Uzun bir masanın bir başına Riah, diğer başına Gökçe oturdu. Gökçe, kafeye ne amaçla geldiğinden; İstanbul’da inşa etmeye çalıştığı hayatına kadar her şeyi açık ve samimi bir şekilde anlattı Riah’a. Yaklaşık iki saat kadar sohbet eden ikili, sonunda bir satın alma işi için kafeden ayrılmak zorunda kalan Gökçe’den dolayı sohbetlerini sonlandırdı. 

Hoşlanmıştı Gökçe’den. Son zamanlarda kaybetmeye yüz tuttuğu hırsını, hayata tutunma isteğini ve cesaretle kavuşturduğu çabayı Gökçe’de görmüştü. Gökçe’den telefon numarasını ve mail adresini almıştı. Teklif ettiği sosyal medya danışmanlığı ve karşılığında istediği bütçeyi de ona verecekti. Bir anlamı vardı bunun çünkü. Bir gaye, amaç ve çaba vardı. Her ne kadar Riah bu sözcüklerle arasındaki iletişimini iyi tutmamış olsa da bunu yapan birini gördüğü zaman ona dört elle sarılan bir yanı vardı. Bu da Riah’ı içine girdiği her ortamda ayrı kılan bir özelliğiydi. Yelkenlerini yeniden kaldırmak isteyen bir adam için, beklediği rüzgarın ayağına gelmesi bir tesadüf değil; nimetti. O rüzgara kol kanat gerdiği vakit, hayat Riah’ın en büyük destekçisi olacaktı.

Sekiz ay sonra…

Gökçe ile Riah birlikte olalı sekiz ay olmuştu. Kim derdi ki o gün kafeye giren ve iş arayan kızla uzun zaman sonra hayatının en güzel günlerini geçirecek… Aynı yatakta dizlerini birleştirip saçma şakalarla apartmanı kahkaha ile inletecek; hayatında yediği en iyi risottonun tarifini Gökçe’den öğrenecek? Aşık olmuştu Riah. Uzunca bir aranın ardından ilk kez içinde bir fırtına kopmuştu. Güzel bir fırtına. Onu harekete geçirecek, yürüdüğü her yolu gül bahçelerine dönüştürecek bir fırtına. Aynı zamanda sadece bir ilişkinin talep ettiklerini uygulamayı değil, başka hayatlara dokunup yepyeni öğretilerle kuşanmayı öğrenmişti Gökçe sayesinde. Son zamanlarda özellikle sosyal medyada, Riah’ın işlettiği kahveci dükkanı,İstanbul’da LGBTI+ bireylerinin buluşma ve bir araya gelme mekanı olarak biliniyordu. Bunda Gökçe’nin payı çok büyüktü. Riah kendisini eşitlikçi ve özgürlükçü olarak tanımlıyordu ancak bununla ilgili herhangi bir girişimi, adımı hiç olmamıştı. Şimdi ilk defa böyle bir fırsatı olmuştu. Çok daha iyi hissediyordu Riah. İyileşiyordu. Çünkü fark etmişti ki yıllarını kendi günlük dertlerinin fermantasyonuyla harcamış; yan komşusunun, bir başkasının, yanından teğet geçenin derdine ortak olmayı unutmuştu. Derde ortak olmak, -mışgibileştiremeyeceğimiz kadar sahiciliğe muhtaç ve arzu duyan bir kavrammış meğer. En büyük öğretilerimden diye anlatıyordu etrafındaki herkese. Hatta eşi, dostu ne zaman Riah’taki bu değişimden bahseder olsa: “Büyük bir panayıra davetliymişim meğer, gitmeyi erteleyip yoruyormuşum bedenimi, ruhumu… Şimdi ihtişamı ve şöleni, hayatıma dahil olmasını hiç beklemediğim ama bir o kadar da aşerdiğim bir kişinin varlığıyla yaşıyor ve de başkaları için yaşatmaya çalışıyorum. İyi olmam için gereken tek yol, hiddetli bir rüzgarı arkama alarak aynı yelkenlide yüz binlerce rengi içinde barındıran insanlarla buluşmakmış. O frişka, çok uzun zaman sonra sonunda bana esti işte…” şeklinde anlatır olmuştu. Evet, o frişka rüzgarı uzun bir aranın ardından nihayet Riah’a doğru esmişti. Karanlıkta bir suyun yüzeyinde küçük bir balık olarak kulaç atıp duran Riah, bulduğu ilk ışık hüzmesi ile hem kendisini hem de etrafını aydınlatmayı başarmıştı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks