Var oluşuma dair hatırladığım ilk şey o atölye. 1925 senesinin Ağustos ayı, gün ışığının aydınlattığı geniş dükkânda ikisi patron olmak üzere sekiz kişi çalışıyor. Yaklaşık kırk yıldır şapka tasarlanan bu dükkândan geçen şapkaları saysam… 

Kraliyet ailesine özel olarak tasarlanan ürünlerle başlayan bir serüven, zamanla ünleri sınırları aşmış, dünyanın dört bir yanına şapkalar yollamaya başlamışlar. Hak yemeyeyim, hepimiz zamanın en iyi şapkalarıyız. Pütürlü kâğıda karakalemle her bir ayrıntıyı çizdikten, taslaklar çıkardıktan sonra nasırlı elleriyle dikmeye başlıyor beni usta. Her bir makas kesiği, iğne deliği heyecanımı daha da arttırıyor. Atölye süreci tamamlandığında, herkes hayranlıkla bana bakıyor, iltifatlar ediyorlar.

Sarışın minik bir kadın giriyor kapıdan, manikürlü olduğu belli olan narin elleriyle beni eline şöyle bir alıyor, bildiği kadar kontrol ediyor. Yüzündeki samimi gülüşten belli, beğeniyor beni.

Sonra yukarıya çıkıyoruz, beni vitrinin en güzel yerine koyuyor, o tüylü mor şapkanın hemen yanına. Tertemiz camın ardından caddeye bakıyorum, ne kadar da büyük. 

Çok geçmeden, henüz mor şapkayla muhabbeti ilerletemeden bir adam beni satın alıyor. Üstü başı çok düzgün, tertemiz bir adam fakat sanki buralardan değil. Yanındaki arkadaşıyla başka bir dil konuşuyorlar kendi aralarında ama dükkândaki satış görevlisine çok akıcı bir Fransızcayla cevap veriyor. 

Bu arada minik kadın beni vitrinden alıyor, yumuşacık bir kâğıda sarıp kocaman bir kutuya koyuyor. Yol boyu adamların konuşmalarını, gülüşmelerini dinliyorum.

“Gerçekten muhteşem bir Fedora aldın, iyi günlerde kullan.”

“Sağ ol Necdet, o kadar heyecan doluyum ki…”

Sahibim genç bir devlet adamı, sık sık seyahat ediyor, büyük toplantılara gidiyor. Uzun tren yolculuğumuzun üstünden dört gün geçmiş, kutuyu açıp beni eline alıyor.  Çok sempatik bir adam, o hoş kesilmiş, ona ayrı bir hava katan bıyıklarını unutamam. Aynanın karşısına geçip beni dikkatle taranmış saçlarının üzerine koyuyor, onun keskin yüz hatları ve benim siyah dokulu kumaşımla gerçekten mükemmel bir takımız. Şapkayla yeni yeni tanışan bu toplumda o gün o kadar çok iltifat alıyorum ki, seneler boyu en güzel günlerde hep beni tercih ediyor. Mehmet Bey’in titizliği ve özeni sayesinde senelerce formumdan hiçbir şey kaybetmiyorum.

1948 yılında ateşe olarak Almanya’nın Berlin şehrine yerleşen sahibimle, önce Avrupa’nın sonra ötesinin birbirinden farklı, birbirinden renkli şehirlerini görme imkânı buluyorum. Zaman içinde onu daha da benimsiyorum, beyazlayan saçlarıyla pek çok gezilere, davetlere katılıyorum. Her zaman güleryüzlü ve herkese karşı kibar olan Mehmet Bey, bir Hindistan gezisinden sonra rahatsızlanıyor; yüzünün rengi günden güne soluyor. Aile fertleri gibi ben de çok üzülüyorum. Ruhu ebediyete kavuştuğunda, takvim 1968 yılının Temmuz ayını gösteriyor.

Uzun bir süre karanlık dolaptaki büyük rafta geçiriyorum günlerimi. Dışarısı gürültülü, geniş salonda bir sürü insan, yeni müzikler eşliğinde dans ediyor. Bazen eve günlerce kimse uğramıyor. Artık dışarı çıkamadığım için neler olduğunu anlayamıyorum. Benim gibi dünyayı dolaşmış, hareketli bir ruh için zor.  

Sonra bir gün evde bir telaş oluyor, evin büyük kızı İngiltere’ye taşınmaya karar veriyor.  Bu haberle nasıl da heyecanlanıyorum. İngiltere en sevdiğim ülkelerden biridir, orada hep çok hoş kasketlerle tanışırım. Mehmet Bey’in eşi de kızıyla birlikte İngiltere’ye gitmeye karar veriyor. İki oğulları daha var. 

Biri küçüklükten beri Fransa’da okuyor, onu görmüşlüğüm pek sayılı, diğeri ise biraz hayırsız bir çocuk. Babasının ölümünden sonra okula devam etmiyor, kendisine kalan serveti yemekle meşgul bir süre.

Günler süren koşturmanın ardından sıra bana da geliyor. Süheyla Hanım gözleri dolu dolu dolabı açıyor. Önce eşinin hatırasını yaşatmak için sakladığı birkaç cekete bakıyor. Sonra kravatlarını inceliyor, derken beni eline alıyor, gözyaşları üstüme damlıyor. Nasıl üzülüyorum, kelimelerle tarif edemem.

Tüm eşyalar gibi ben de bir kutuda… ama bu sefer, bana özel gösterişli kutular gibi bir kutuda değil, başka giysilerle birlikte alelade bir koliye konuyorum. Biraz daha orada kalsam formum bozuldu bozulacak. Kutudan çıkarıldığımda daha önce hiç görmediğim bir yerdeyim.

Kocaman tezgahların olduğu, tozlu pis bir pazarda. Almanlar buraya “Flohmarkt” diyor. Beni kullanılmayan eşyalarla birlikte İngiltere’ye götürmek yerine elden çıkarıp, buraya yolluyorlar. 

O gün, o eski tezgâhta saatlerce bekliyorum, arada sırada biri gelip beni önce eline alıyor sonra da başına koyup aynaya bakıyor. Ama kimse almaya yanaşmıyor, hâlbuki hâlâ güzel sayılırım ve kullanışlıyım.

Böyle birkaç ay… Almanya’nın farklı pazarlarında farklı tezgâhlarda sergileniyorum, farklı eller tarafından test ediliyorum. Vintage Pazar da dedikleri bu yerlerde kol düğmesinden tutun da sahne kostümlerine kadar her şey bulunabiliyor. Eskiden insanlar kullanılmış giysileri almak istemezlerdi. Ne oldu da buna yöneldiler anlayamıyorum. Sonra bir gün, uzun boylu, ince bir kadın geliyor tezgâha. 

Üstünde yere kadar uzanan deri bir palto, ayaklarında daha önce hiç görmediğim tarzda çizmeler. Uzun parmaklarıyla önce etiketime bakıyor, ardından hiç düşünmeden beni başına götürüyor. Sıkı bir pazarlığın sonucunda yeni sahibim olmaya hak kazanıyor. İyi bir kadın ama bana Mehmet Bey kadar özen göstermiyor. Sık sık eski giysi pazarlarında dolaşıp, benim gibi zamanında çok paraya alınmış giysileri, çantaları, ayakkabıları topluyor. Kadın giysisiymiş, erkek giysisiymiş fark etmeden iyi korunmuş parçaları satın alıyor. Ticarete aklı çalışıyor belli ki ve sıkı pazarlıkçı. Benim gibi bir sürü eşsiz parçayı topladığına göre modadan da anlıyor. 

Sonunda bir gün kendine minik bir dükkân açıyor, çabasını takdir ediyorum. Dükkânın her yerinde raflar ve askılar var. Bizden başka en çok dikkat çeken şey, kasanın arkasına asılmış; pembe lotus çiçekleriyle kaplı, kenarlarında daha önceki seyahatlerimden aşina olduğum ama okumayı bilmediğim bir alfabenin harfleriyle oluşturulmuş yazılar yazan bir tablo.

Renkli bir dükkân burası. Değişik giysiler giyen genç insanların ziyaret etmeyi sevdiği bu yerde de uzun zamanlar geçiriyorum. 

Bir gün içeri çok yakışıklı bir adam giriyor; köşeli yüzünü saran sapsarı saçları ve unutamadığım cam gibi gözleri var. Bir filmin moda asistanı olduğunu, dönem giysileri topladığını söylüyor. Akıllı da bir adam, ilk aldığı şey ben oluyorum. Dönemin en çok ses getiren yapımında, neredeyse tüm film boyunca başrolün başında boy gösteriyorum. Alışık olduğumun aksine bu kez sahibim, başrolde bir kadın…  Hem de o kadar güzel bir kadın ki…

Zaman içinde insanların alışveriş algıları gibi, cinsiyet algıları da değişiyor. Duruma hemen ayak uyduramasam da hoşuma gidiyor zamanla. 

O yakışıklı moda asistanı filmin galasında da beni kullanmayı teklif ediyor aktriste ki hayatımın belki de dönüm noktası.

Flaşlar, deklanşör sesleri, alkışlar. Kadın kırmızı ojeli güzel elleriyle beni tutup selam veriyor, onu izleyen halk coştukça coşuyor. Ahh Mehmet Beyciğim, keşke siz de görebilseydiniz bu ölümsüz anları.

Şöhret olmanın çok güzel yanları var ama yoruluyorum da.  Sürekli dergiler için çekimlere gidiyoruz, fotoğraf stüdyolarında sabahlıyorum. Ama tabii bu işin en kötü yanı taklitlerimin türemesi. Herkesin başında bana benzemeye çalışan şapkalardan görüyorum, bu durum beni mutlu etmiyor, aksine benim gibi el işçiliği ile hayat bulmuş bir şapkanın fabrikalarda seri üretim bir model haline gelmesine içerliyorum. Bakımım iyi yapılmıyor, şeklim korunmuyor.

Sonra bir gün yakışıklı çocuk beni kadının evinden, kalabalık giyinme odasından alıyor, kocaman bir binaya götürüyor. Yüksek merdivenleri çıkınca karşınıza çıkacak o cam fanusun önüne geliyoruz. Başka adamlar da yanımızda, fanusu açıyorlar dikkatlice, son kontrolleri yapıyorlar. Adamlardan biri elindeki çantayı açıp bana tıpatıp benzeyen bir şapkayı fanusun içine koyuyor ve kapağı kapatıyor. Fanusun önündeki altın renkli etiketi sesli okuyor: 

 “1925 senesinin Ağustos ayı…”

"İnsanlar kadar olayların, olaylar kadar da eşyaların hikayelerini anlatmaya çalışıyorum."

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks