Öykü

BİR AŞK İKİ HAYAT

By


1996 senesinin Eylül ayında, Palamutbükü sahilinde, saatler 22.18’i gösterdiğinde bir yıldız kaydı. “Bir dilek tut demişti bana, bir dilek tut ve bugünü unutma.” Datça’ya hiç gittiniz mi bilmiyorum ama gidenler bilir ki yıldızların çıplak gözle gözüktüğü en güzel yerlerden biridir. 

Daha on altı yaşında, hem okuyup, hem çalışıyordum. Çalışıyorum dediysem, hemen öyle büyük bir iş olduğunu düşünmeyin. Babamın Datça ilçesine bağlı Palamutbükü’nde dedemden yadigar bir balıkçısı vardı. İçerisi çok küçüktü; o zamanlar insanlar sahile oturmak isterdi. Biz de sahile üç beş masa atardık; o gün fazla müşteri geldiyse komşudan masa sandalye isterdik. 1990 senesinin Ağustos ayında, bir cumartesi akşamı, arkada Müzeyyen Senar’ın Benzemez Kimse Sana şarkısı çalışıyordu. Babam, bu şarkıyı aynı gecede dört beş defa çalardı. Özel bir anlamı var mıydı onun için bilmiyorum; zamane babaları daha ketumdu, böyle şeyleri anlatmazlardı. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru, babam fazladan gelen misafirlere sandalye istemem için beni komşuya yolladı. Babamın kardeşim dediği Muzaffer Amcaların İstanbul’dan akrabaları gelmişti ve ayakta kalmışlardı. Çelimsiz kollarımla aynı anda dört sandalye taşımaya çalışıyordum çünkü o zamanlar iki üç defa gidip gelmek için fazla üşengeçtim.  Balıkçıdan içeri girdiğim anda, bir kız gördüm. O güne kadar bütün organlarımın aynı anda bu kadar hızlı çalıştığını inanın ki hissetmemiştim. Kalbim, ilk defa atıyormuş gibi hızlı, midemde kocaman bir yumruk, bedenim titriyor ve ben ne hissettiğimi bilmiyordum. Masadaki herkese selam verdikten sonra, sıra o kıza geldi. Muzaffer Amca gür sesiyle “ Kardeşimin kızıyla tanış Ali, Eylül sonuna kadar burada olacaklar, arkadaşlık edersin” dedi. O an yüzünde o içten gülümsemesiyle “Merhaba, Ben Mine” dedi.

Bavullarımı hazırlamam yaklaşık 2 saat sürmüştü. Gitmek istemememe rağmen beni zorla o ıssız kasabaya götürdükleri için anneme ve babama çok sinirliydim. İnsan bir de 16 yaşında olunca, başına ne gelse annesinin ve babasının suçu olduğunu düşünüyor. Ama beni de anlamak gerekirse, o yaşta, arkadaşlarımın yanında geçirmek istiyordum zamanımı. Babam, dediğim dedik biriydi; o ne isterse o olsun, kimse karışmasın isterdi. Zaten yaşım o kadar küçüktü ki onların gözünde, beni dinlemeyeceklerdi. Tek dedikleri şey, “deniz kenarı, tatil, bak gör hastalığına çok iyi gelecek”. Amcam Muzaffer, yıllar önce işini gücünü bırakıp Datça’da bir kasabaya yerleşmişti. Küçük bir butik otel açtı oraya, hayatını o şekilde devam ettirmeye karar vermişti. Bizi her yaz çağırıyordu; babamın işlerinden dolayı gidemiyorduk. Bu sene babam yıllık iznini bayramla birleştirince, bir ayımızı orda geçirmeye karar verdik. Yaklaşık 10 saat bir yolculuktan sonra Datça’ya vardık. Amcam, otelindeki bir odayı bize ayırmıştı; biz de eşyalarımızı oraya bırakıp, hazırlanıp yemeğe indik. Amcamın tanıdığı birinin balık restoranında yemek yiyecektik. Sahilde masamız hazırlanırken bize, “İçeri geçin, sandalyelerimiz eksik, gelsin hemen size alacağız.” dediler. Biz de hep beraber oturmuş, yolculuktan, İstanbul’dan, şehirde yaşamanın zorlukları üzerinden sohbet ediyorduk. O sırada içeriye bir çocuk girdi. O an çok dikkat etmemiştim ama esmer ve çelimsiz bir çocuk olduğunu hatırlıyorum. Amcam, çocuk içeri girer girmez bizi tanıştırdı; yemek yediğimiz balıkçının ve arkadaşının oğlu Ali imiş adı. Aynı yaşta olduğumuza şaşırmıştım; çok daha çocuksu gözüküyordu, bense artık kendimi olgunlaşmış bir genç kız olarak hissediyordum. Ayıp olmasın diye en sahte gülümsememle “Merhaba, Ben Mine.” dedim. “Ben de Ali.” dedi, en içten gülümsemesiyle.

Hangi hisleri aşk olarak tanımlarsın, hangi hisleri hissettiğinde “evet ben aşığım” dersin bunu bilmiyordum. Hiç tanımadığın, huyunu suyunu bilmediğin birine nasıl “bu benim eşim olmalı” dersin, bunu da bilmiyordum. Tek bildiğim şey, içimde daha önce uyanmamış hislerin uyanmasıydı. Tanıştığımız ilk gece, birbirimize gülümsemek dışında hiçbir şey yapmamıştık. Her konuşmaya yeltendiğimde yanaklarım kıpkırmızı oluyor, içten bir terleme geliyordu. Ertesi sabah Mine ve ailesi kahvaltı yaparken, Muzaffer Amcayı görme bahanesiyle otele gittim. Mine’nin babası oldukça kibar, bir o kadar da mesafeli bir insandı. Ona rağmen, beni kahvaltıya oturmam için davet etmişti. O kahvaltı boyunca ettiğimiz sohbetler doğrultusunda Mine hakkında birçok detay öğrenmiştim. Salam sevmiyordu, tatlı ve tuzluyu karıştırmaktan hoşlanmıyordu, ilk önce tuzluyu daha sonra tatlıyı yiyiyordu. Boş zamanlarında dans ediyordu ve ileride iç mimar olmak istiyordu. Muzaffer Amca’nın “Beraber zaman geçirin, kızı yalnız bırakma.” sözlerinden güç alarak Mine’yi akşam bir şeyler içmeye davet ettim. “Tabii…” dedi, “Burada çok sıkılıyorum zaten.” 

Ertesi sabah, annemler beni erkenden kaldırdı. Tatilimizin ilk sabahında ailecek bir kahvaltı yapacaktık. Kahvaltı yapacağımız yer o kadar güzeldi ki! Etrafta öten kuşlar, rengarenk açmış çiçekler, özenle hazırlanmış köy kahvaltısı… Buraya gelmek için tek sebep bile bu olabilirdi! Yaklaşık bir yıl önce psikoloijik açıdan kötü bir dönemden geçmiştim. Panik atak, anksiyete derken evden çıkamaz, kimseyle konuşamaz olmuştum. Yaşadığımız maddi sıkıntılar ilk babamı, sonra annemi, en son da beni etkilemişti. Aradan bir yıl geçti, maddi açıdan tam toparlayamadığımız ortayadı fakat psikolojimiz yerindeydi; en önemlisi birbirimize hep destek oluyorduk. Amcam, annem, babam ve ben oturmuş sohbet ederken, dün tanıştığımız çocuk belirdi birden karşımızda. Biraz garip bir çocuktu. Bizi gördüğünde yüzü kıpkırmızı oluyor, kelimeleri kekelemeye başlıyordu. Yine de bir ay burada olduğumu düşünürsek, tanıdığım tek yaşıtım oydu. Kahvaltının sonlarına doğru Ali her zamanki kırmızıya bürünmüş suratıyla beni akşam bir şeyler içmeye davet etti. Açıkçası biraz ailemden uzaklaşacağım ve yeni bir insanla sohbet edeceğim için heyecanlanmıştım. “Tabii…” dedim. Keşke burada çok sıkıldığımı da belirtmeseydim…

Saat sekize doğru, yemeğimi yedikten sonra, hızlıca yukarı çıkıp hazırlanmaya başladım. Saat sekiz buçuk gibi Mine’yi otelden alıp, sahilde bir şeyler içebileceğimiz bir yere götürmeyi düşünmüştüm. Tabii, onun fikri de çok önemliydi; bu yüzden daha tam karar vermemiştim. Buçuğa beş kala otelin önündeydim. Normalde kızlar bekletir derler; Mine benden daha önce aşağıya inmişti. Beraber sahilde yürümeye, sohbet etmeye başladık. Ağzından çıkan her kelimeyi hafızama atıyordum, onunla ilgili her detayı da çok merak ediyordum. Otele yürüme mesafesiyle on beş dakika uzaklıkta, eski bir taş evi şarap evine dönüştürmüşlerdi. Duvarlarda dünyanın her yerinden alınmış; kimi 50 yıllık kimi kırmızı kimi beyaz her çeşit yüzlerce şarap vardı. “İstanbul’da olsak yaşımız küçük olduğu için oturamazdık buraya, burası ne kadar rahat.” demişti girer girmez Mine. “Sen de gel kışın İstanbul’a, ben de sana orayı gezdireyim.” cümlesini daha bitirmeden “Tabii gelirim!”  dedim, babam annem izin verir mi hiç düşünmeden… Oturduğumuz şarap evinde saatlerce sohbet ettik; havadan sudan, kendimizden konuştuk. Neleri severiz, neleri sevmeyiz, gelecekte neler yapmak istiyoruz, aklınıza gelecek her şeyi birbirimize anlattık. Güzel olduğu kadar akıllı, akıllı olduğu kadar da komikti. Geç kalmadan saat on ikiye yakın onu otele geri bıraktım. “Teşekkür ederim bu güzel gece için.” dedi, “Rica ederim, her zaman.” dedim. 

Beraber geçirdiğimiz her gün, benim için daha anlamlı olmaya başlamıştı. Sabahları erkenden kalkıp, daha kimseler sahile inmeden denizin tadını çıkarıyorduk. Denizden çıkar çıkmaz, kumda deniz kabukları, değişik taşlar arıyorduk. En güzel deniz kabuğunu bulan diğerine dondurma ısmarlıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini fark etmiyorduk; tek isteğim bu zamanın yavaş geçmesiydi. Zorla geldiğim bu yerde, bu kadar mutlu olabileceğimi ben de tahmin etmiyordum. 

Bazı insanlar doğdugunuz ilk günden beri yanınızdadır, aranızda kan bağı vardır veya sizinle yıllarını geçirmiştir. Ve bazı insanlar çok kısa süredir sizin hayatınızdadır ama size hissettirdiği hisler öyle eski ve güçlüdür ki hayatınızı tümüyle etkilemiştir. Mine’nin bana hissettirdiği şeyler tam olarak buydu. İlk buluşmamızın üstünden on beş gün geçmişti ve biz sanki yıllardır tanışıyormuş gibi yakındık. 

Gitmeme on gün kalmıştı. Sahilde, en sevdiğimiz yerde, palmiyeden yapılmış bir şezlongun altında oturmuş gideceğim için ne kadar mutsuz olduğumuzu konuşuyorduk. Şimdi geçmişe bakıyorum da, keşke geçirdiğimiz zamanın kıymetini daha iyi bilseymişiz. Yıllar geçtikçe hayat sana anı yaşamayı, her şeyi kafaya takmamayı öğretiyor. Ama o zaman dünyamız son bulacak, hayat son bulacak gibi bir his içerisindeydik. Biz uzanmış ve birbirimize sarılmışken gökyüzünde bir yıldız kaydı. “Bir dilek tut.” dedi bana, “Bir dilek tut ve bugünü unutma.” Unuttun mu peki diye sorarsanız şimdi bana; unuttum sanmıştım, unutmamışım.

Bana dedemden kalan çok sevdiğim bir bilekliğim vardı. Bu bilekliği bana ölmeden önce vermişti. Bana uğur getirdiğine öyle inanıyordum ki bir an elimden çıkarmamıştım. Mine’nin gideceği gün, kapısındayken ona emanet ettim bilekliğimi. Emanet ettim diyorum; çünkü bir gün geri alacağıma emindim. Bizi birbirimize bağlayan sevgi dışında bir şey olsun istedim, belki de onu tekrar görmek için bahane. Uzun uzun sarıldık giderken, söz veriyorum dedim, bir gün tekrar karşılaşacağız.

Hatırlıyorum, o gün bavullarımı hazırlarken hüngür hüngür ağlıyordum. Ali beni kapıya kadar geçirmişti, bavullarımı arabaya beraber koymuştuk. Sonra, bizim yerimize gidip vedalaşmıştık. Hayatta çok nadir hatırlanan anılar vardır. İlla bir anlamı olması gerekmez bazen. Geriye baktığında, o anı direkt gözünde canlanır, sanki üstünden yıllar geçmemiş gibi. İlk defa birine seni seviyorum demiştim. Bunun bendeki yeri çok büyüktü.

Mine gideli aylar olmuştu. Onunla öylesine iletişim kurmak istiyordum ki.. Ondan asla geri cevap alamıyordum. Yaşadığım, yaşadığımız hisleri sorgular olmuştum. “Bu kadar mıydı? Bu muydu ya?” diye diye kafayı yediğimi hissediyordum. Ama zaman öyle bir ilaç ki alışamam dediğin her şeyi sana alıştırıyor; unutamam dediğin her şeyin üstünü örtüyor. 

İstanbul’a döndüğüm ilk günden beri hayatım tepetaklak olmaya başlamıştı. Her gece yaşadığım kalp çarpıntıları, engel olamadığım kötü düşünceler, titremeler, resmen başka birine dönüşmüştüm. Sevdiğim hiç kimseyi görmek istemiyordum; dışarı çıkar çıkmaz koşarak eve giriyordum. En güvenli alanım ailemdi. Ailemle beraber evde olmak benim için yeterliydi. Küçük ataklarla başlayan panik atak dönemim daha sonradan çekilmez bir hale dönüştü. Hayatta yaşamamın hiçbir anlamı yok gibi geliyordu. Her ne kadar kelimelere dökebiliyormuşum gibi gözükse de yaşadıklarımın onda biri bile değil bunlar. Ve onun da bunu anlamayacağını biliyordum. Empati kurması öyle zor bir şey ki “kafana takma geçer” diyenleri bile duydum. Evet, çok yoğun hislerimiz vardı; evet, çok güzel günler geçirmiştim ama bir ayını beraber geçirdiğin birinin kötü zamanında yanında olmasını istemeli misin, bilmiyordum. Bunu düşüne düşüne aylar geçti. Ben içtiğim ilaçlarla, aldığım terapilerle ve en önemlisi ailemin ve arkadaşlarımın sevgisiyle bu hastalığın üstesinden geldim. Arada hala kötü hissettiğim zamanlar oluyor, bir daha kötü olabilirim bunu da biliyorum; ama artık korkmuyorum. Aylar geçerken, ben kendimi kaybetmişken, Ali’yi de kaybettim. Aramadığım gibi açmadığım telefonlar yüzünden aramıza mesafe girdi. O benim yaşadıklarımı bilmiyordu, ben ise onun hislerini tahmin edebiliyordum. Bu yüzden de pes edişini anlayabiliyordum.

Aradan çok uzun zaman geçmişti. Geçen yıllar, benim hayatımı çok değiştirmişti. Üniversiteyi Ankara’da okudum ve bir şirkette mühendis olarak çalışmaya başladım. Çok yoğun bir iş hayatım var ama bundan mutsuz sayılmam. Kendi paramı kazanmak, aileme yük olmamak beni çok mutlu ediyor. Geçen hafta ailemi görmek için Datça’ya gittim. Datça’ya gittiğim günün ertesi günü Muzaffer Amca, bir süredir kanserle olan savaşına yenik düştü. Yıllık iznimi kullandım ve bu dönemde burda kalmam gerektiğini düşündüm. Muzaffer Amca’nın ailesine ölüm haberini babam verdi. Onu hiç bu kadar kötü bir durumda görmemiştim. Herkes onun ölümüyle yastayken benim aklımdan Mine geçiyordu. Onu yıllardır görmemiştim. 

Sabahın ilk ışıklarına kadar dergideki yazımı yetiştirmek zorundaydım. Günlerdir bir gram uyumamıştım fakat şikayet etmeye hakkım yoktu. Editör olmayı ben kendim seçmiştim sonuç olarak. Saat yedi gibi annem aradı. Bu saatte beni aramayacağını bildiğim için kötü bir şey olduğunu hissetmiştim. Açtığında sesi titriyordu, ağlamaklı bir tonla “Amcanı kaybettik Mine.” dedi. Telefonu kapar kapamaz uçak bileti aldım Muğla’ya. O yol nasıl geçti bir ben biliyorum bir de allah….

Akşam Muzaffer Amca’nın bütün sevenleri bizim balıkçıda toplandık. Bir yandan rakı içiyorduk, bir yandan da Muzaffer Amcayla ilgili güzel anılarımızı paylaşıyorduk. Bir ağlıyor, bir gülüyorduk. O sırada kapı açıldı ve ağlayarak içeri Mine girdi. Değişmeyen iri mavi gözler, o gür saçlar beni bundan on yıl öncesine götürmüştü. Annesine sarıldı, babasına sarıldı; öyle ağlıyordu ki elimden bir şey gelmemesi beni daha da üzüyordu. En son bana döndü ve “ Merhaba.” dedi. Sımsıkı sarıldık. Oradaki kimse anlamadı belki ama biz birbirimize yine iyi gelmiştik.

Yaşanılan acılar, edindiğimiz deneyimler, doğrularımız, yanlışlarımız ne zaman anlamını kaybeder? Ne zaman beynimiz susar ve sadece kalbimiz konuşur? Birini gerçekten sevdiğinizde, geçmişte ne yaşarsanız yaşayın ona olan hislerinize engel olamıyorsunuz. Ve gerçekten severseniz eğer, o kişinin üzüntüsüyle siz de üzülüyorsunuz. Amcamın cenazesinde Ali’nin gözlerindeki o sevgiyi öylesine hissetmiştim ki on yıl önce değil, on gün önce buradan gitmişim gibiydi. Hayat acımasız, yoğun ve aceleci. Geçip giden zamanla hislerimiz, düşüncelerimiz, her şey değişiyor. Günlük hayatın bile yorgunluğundan durup düşünemiyoruz. Biz ne hissediyoruz? Biz ne düşünüyoruz? Sonrasında ne olucağını bilemiyorum ama bildiğim tek bir şey var: 10 yıl önce o yıldız kaydığında, hep onun kollarında huzur bulmayı dilemiştim. Tıpkı bugün gibi…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks