Öykü

AYSEL GİDEMEYİZ GÜLÜM, ÖLDÜRÜRLER

By

Sıcak bir haziran ayının sabah vakti Aysel, çaydanlığı kaldırmaya çalışırken aniden elleri titremeye başladı. Aysel daha ne olduğunu anlayamadan çaydanlık, ellerinden yere kaydı. Önce düştü diyebildi kendine, acısı sonradan vurdu yüzüne. Sanki eli tutuştu, gözlerinden öbek öbek yaşlar aktı sessizce. Fayansların araları kir tutmuş bu mutfaktan, yalnızca küçük bir inleme duyuldu. Sustu Aysel var gücüyle. Susmalıydı çünkü çocuklar uyuyordu ve daha uyanmalarına iki saat vardı. Bütün evi sesiyle inletip, çocuklarının uykularının güzel anını mahvetmek etmek istemezdi. Kör olasıca ellerim diyebildi, elini suya sokarken. Aysel çaydanlığı değil, aylardır aniden vücuduna vuran titremelerini suçladı. Bu titremeler yüzünden dikiş dikemez oldu. Bu titremelerin zamansız halleri yüzünden, aldığı nakış işlerinin çoğunu zamanında teslim edemez oldu.

Suya soktuğu eline bakarken, insan biraz sabretse şu acıyı bile dindirmeye gücü yeter, insan biraz sabretse… diyemırıldandı, acı sızı sızı azalmaya başlarken. Sudan kızarmış elini çıkardı ve biraz oynatmaya başladı. Gözlerini kapayıp eline bakmadığında, acının aslında o kadar da içini yakmadığını anladı. Yanmış ve yavaş yavaş kabarmaya başlamış elini, sanki acı onun acısı değilmiş ve yarada onun bedenine nüfuz etmemiş gibi Aysel; çaydanlığı yerden kaldırıp yeniden içine su doldurdu. Sepetten yumurtaları aldı, soyulmuş siyah tavasının içinde yumurtaları kırarak aynı sükûnette işine koyuldu. Bakmayınca acı da körleşirmiş, acıyı kendinin yapmayınca insan devam edermiş. Aysel, soğuk fayansta gezdirdiği ayaklarını sürte sürte oğullarına sofrayı hazırlamak için örtüyü divandan almaya gitti.

***

Aysel, ufak tefek bedeninde yankılanan yanık acısını, çocuklarına güzel bir sofra hazırlamanın verdiği mutlulukla hemen unuttu. Çocuklar didişe didişe kahvaltılarını ederken sızı sızı nükseden elini çocuklarının saçlarına koydu. Aysel, ellerini çocuklarının saçlarında gezdirirken içinden Onların canı yanmasın, benim ki yansın, diye düşündü. Bu, Aysel için acısını susturmaya yeter bir teselliydi. Ne çok severdi çocuklarını… Ne çok özlerdi. Analık böyle bir şey miydi, gözleri çocuklarına kavuşmadığı vakit içi titrerdi.

Oğlanlar yer sofrasında yuvarlana yuvarlana, bütün ekmek kırıntılarını yerlere döke döke güç bela kahvaltılarını bitirdiler. Aysel, sofrayı kaldırmadan önce çocuklarını okula uğurlamak için pencerenin dibine oturdu. Perdeyi hafifçe aralayarak, tombul ve pembe yanaklı evlatlarının birbirleriyle şakalaşarak okul yolunu tutmasını izledi. Oğlanlar mutlaka annelerine el sallarlardı. El sallamazlarsa da arkalarına dönüp annelerine küçük bir bakış atarlardı. Aysel bilirdi, evlatları için arkalarına dönüp baktıklarında bir annelerinin olması onlara güven verirdi. Aysel bunu bildiğinden, çocuklar arkasını döndüğünde onlarla göz göze gelmeye çabalardı. Bir birlikti Aysel ve oğlanlar arasında olan bu konuşulmamış söz.  Dudaklarla değil, gönülle verilmiş bir anne oğul sözüydü.

Aysel, çocuklarını okula uğurladıktan sonra onların döktüğü ekmek kırıntılarını çabucak temizledi, sofrayı topladı. Öğleye doğru dikiş setini çıkardı.  Evde tek başına, elleri titremesin diye dua ederek işine koyuldu. Evdeki tek ses, divanın üzerindeki saatin sesiydi. Tık, tık, tık… Aysel bu sesten rahatsız olmuyor, aksine elindeki iğneyi tam bu sesle ritmik olacak şekilde dikiş yapıyordu. Tık, dikiş, Tık, dikiş, Tık dikiş,  Zırrr.

Bir anda örüntüyü bozan zil sesiyle irkildi. Gelen yan komşusu Cemile’ydi. Cemile, sarı saçlarını yemeninin altına sıkıştırmış, yeleğiyle büyük memelerini kapamış kapıda duruyordu. Aysel, içeri aldı Cemile’yi. Aysel Cemile’nin kesik kesik hareketlerinden bir şeyler olduğunu sezmişti. Normalde her zaman anlatacak bir olay bulan Cemile, Aysel’in yüzüne şaşkın şaşkın bakıyordu. Koltuğa geçtiler sessizce. Cemile, koltuğun köşesine oturdu. Ayaklarını birbirinin üstüne koydu. Söylemek istediği bir şey vardı. Fakat rahatlıkla ağzından lüzumsuz her şeyin döküldüğü bu kadın, neden şimdi Aysel’in önünde süklüm püklüm olmuştu? Aysel daha fazla uzatmadı:

-Ne var Cemile, ne böyle ezilip büzülürsün?

Cemile gözlerini yere dikmiş, sessizce saatin sesini fark etmiş gibi, saate uyumlu bir şekilde kekeleyerek konuşmaya başladı:

-Abla,tık,Şey, Tık, Feyzullah abi, tık, sana bir şey dememi istedi. Tık.

-Söyle gülüm ne dedi?

-Köylüyle arasında bir husumet çıkmış. Feyzullah abiyi tehdit etmişler. Dükkanını yakacağız bu gece diye…

-Neden ne yapmış Feyzullah?

-Hiçbir şey.

-Ee, ne demeye Feyzullah’ın dükkanı yakacaklar?

Cemile soluk soluğa kalmıştı, gözlerini yerden ayırmadan saatin sesine yetişmek istercesine hızla söyleyiverdi:

-Tık. Siz çingenesiniz diye. Tık. Buradan gitmenizi istiyor köy halkı. TIK.

Aysel’in gözleri yandı. Öylesine çok yandı ki ne diyeceğini şaşırdı. Köylünün onlarla arasının iyi olmadığını, Feyzullah’ın işlerinin bundan dolayı rast gitmediğini biliyordu. Cemile ve kocası Nazım’ın ayıp olmasın diye onlarla konuştuğunu, kahvehanede,  kadın sohbetlerinde Aysel ve ailesi arkasından neler dendiğini biliyordu. Çocuklarının okulda çingene oldukları için nasıl itilip kakıldığına da şahit olmuştu. Ama bu köy, Aysel’in yuvasıydı. Babası da burada doğmuştu, dedesi de. Onları sevmeyen köylü, buraya sonradan gelmiş, en güzel evleri kendilerinin etmişti. Üstelik köylü, Aysel ve ailesine bazı geceler yiyecek ekmek vermemişti. Bunlardan asla bahsetmezdi Aysel. İçinde bir yerlerde, bir yara izi gibi kaşırdı acısını. Ama asla bahsetmezdi. Feyzullah’a her gece tembih ederdi köylüyle iyi geçin diye. Mutlaka Feyzullah bir şey demiş ve köylüyü kızdırmıştı. Yoksa köylü, ne olursa olsun dükkan yakmaya kalkar mıydı?

Aysel öfkeyle ellerini ovuşturdu. Köylü hep aynı köylüydü. Küçük oğlu Faruk hastalandığında, kimse gelip arabayla hastaneye götürmemişti. Feyzullah omzunda taşıyarak Faruk’u şehre indirmemiş miydi? Bu zamana kadar hep sözle ve eylemsizlikte eziyet etmişlerdi. Bir şey olmuştu belli, yoksa köylü niye dükkanı yakmak istesindi? Feyzullah’a sinirledi bir an için. Sonra dindi siniri, kim bilir adama ne demişlerdi? Dudaklarının kenarları beyaz kalmış, koca dişleri sararmış bu kodaman köy sakinleri, kim bilir Feyzullah’a ne demişti? Yemenisini taktı hışımla Aysel, Feyzullah’ı görmek gerekirdi. Cemile aniden koluna yapıştı. Gözleri ilk kez Aysel’e değdi:

-Abla gitme, Feyzullah abi Aysel evden çıkmasın, çocukları da eve alıp kitleyip yatsın dedi.

Belli ki Feyzullah dükkanda bekleyecekti. Çocukları da eve alsın. Çocuklar. Çocuklarını almalıydı yanına. Feyzullah’a gitmek olmaz, o kendi başının çaresine bakar. Ya çocuklar? Hiçbir şeyden habersiz, çingene çocuklar… Oradan oraya koştururlar. Aysel’in çocukları da diğerleri gibiydi, evlatları bazen gülerdi bazen ise ağlar ama hep masumdu. Neden onların çocuklarını köylüler sevmedi? Çocuklar babalarının dükkanını yanarken görse ne hissederdi? Aysel kendi için değil, çocukları için düşünmeye başladı. Ayakları sanki evinin içine kök saldı. Kıpırdamadan çare aradı. Cemile’ye çocuklarını eve çağırması için haber saldı.

Cemile’nin gidişiyle Aysel evde yalnız kaldı.  Az önce iş birliği içinde olduğu saatin sesi, artık kulaklarını tırmalamaya başladı. Durmadan tekrar ediyordu saat. Tık, siz, tık, çingenesiniz. Tık. Çingenesiniz! TIK. Her tık sesinde aklında çingene sözü yankılandı. Saati kaldırıp sandığa koydu. Evlatlarını beklemeye başladı.

***

Akşama doğru çocuklar gömlekleri dışarıda, terlemiş bir halde eve geldi. Hiçbir şeyden habersiz oğlanlar, bütün gece alt alta üst üste, güle oynaya cızırdayan televizyon sesiyle bütünleşerek saati sekiz etti. Aysel ise başının ağrısından ne yemek yapabildi ne de çocukları kaldırıp yatırabilmeye kuvvet bulabildi. Çocuklar sanki Aysel’in derdini anlamış gibi erkenden uyumaya gitti. Oğlanlar yattıktan sonra bir süre pencerede Feyzullah’ın yolunu gözledi. Karşı evin ışıkları kapanıncaya kadar Feyzullah’ı camın eşiğinde bekledi.

Çaresizliğin içinde bir müddet sonra Aysel, çocuklarının yatağının başına ilişti. Kıvrıldı onların yanına. Tek tek öptü çocuklarını, iyice kokladı. Bu soğuk, dökülmüş ev onların şu an için sığınağıydı. Gidecek yeri yoktu Aysel’in. Köyün sınırlarından hiç çıkmamıştı.  Köyün tabelasından sonra her yer buradaki gibi toprak mıydı, yoksa başka şeyler var mıydı? Belki gökyüzü sarıydı köyün ardında. Belki çingeneleri seven birileri vardı. Aysel o gece ilk kez bu yerin ardında çocukları ve kocasıyla gidebilecekleri bir hayata inandı. Çünkü burada insanların rengi ağarmış, kalpleri körelmişti. İlk kez yıllar önce bu köyde kalmak babasının için direndiği gibi direnmekten, toprağına karışıp ölmektense gitmeyi arzuladı. Geç olmadan gitmeliydi, kim bilir belki de çocukları şu an babasız kalmıştı. Aysel düşüncelerine yenik düşüp çocuklarına sarılarak uyuya kaldı.

***

Çocuklarına sarılıp huzurla uyuduğu uykusundan Aysel’i,  bütün gece dürtüp duran baş ağrısı uyandırdı. Uyandığında bir an olsun nerede olduğunu anlayamadı. Kafasını döndürdüğünde ay ışığının yüzlerini aydınlattığı çocuklarına baktı. Aysel küçük bir an keyiflendi, sonra Feyzullah’ı anımsadı. Birden doğruldu. Küçük oğlu Faruk, sıkıca annesinin elini tuttu ve uykusunda mırıldandı:

-Anne gitme!

-Gitmiyorum annem, yatağıma geçeceğim.

Faruk’un elini yavaşça kendi elinden ayırdı. Evvelden rahatsız olduğu saate bakmak için onu koymuş olduğu sandıktan çıkardı. 3.14. Feyzullah hala gelmemişti. Aysel, umutsuzca pencerenin kıyısına yanaştı. Etrafı izlemeye koyuldu. Bir süre sonra uzaktan seslerin geldiğini işitti. Ses, Aysel’in oturduğu yerden kavga gibi duyuluyordu. Kulaklarını pencerenin camına iyice dikti. İyice dinleyince fark etti, gelen seslerden biri, Feyzullah’a aitti. Zorlukla işitebildi: Etmeyin eylemeyin! Aysel anladı. Feyzullah ve köylü arasında husumet başlamıştı. Aysel sesleri duydukça elleri titrer gibi oldu, sıkıca bir yumruk yaptı. Nefes aldı. Nefesini vermeden kendini kapıdan dışarı attı, kocasının yanında olmalıydı.

O kadar hızlı çıkmıştı ki evden, oğlanlardan birinin ayakkabısını giydiğini sonradan fark edebildi. Uçları açılmış ayakkabıya -daha hızlı koşabilmek için- ayağını iyice soktu. Bir anlık eve doğru baktı. Çocukları sığınaktaydı. Fakat Aysel’in Feyzullah’ı alıp buradan hızla gitmesi gerekiyordu. Gözyaşları, koştururken tükürüklerine karıştı. Ne oluyordu orada? Feyzullah içeride miydi? Dışarıda mı? Yıllardır gidip geldiği yol bir türlü bitmez olmuştu.Yaklaşırken köylünün ellerinde sopa olduğunu gördü. Aysel’in içinde büyük bir ateş belirdi aniden. Yıllarca yemek yedikleri, aynı sudan içtikleri bu insanların ellerinde kocası Feyzullah’a yöneltilmiş iri sopalar vardı. Gözleri kocasını aradı. Kapının eşiğinde ayakta, elinde bir demirle duran kocasını görünce boğazı düğümlendi. Gözleri yaş dolmuş, sağ eli demiri sanki kendi uzvu gibi sahipleniş kimsesiz kocasına büyük bir çaresizlik içinde bir an bakakaldı. Aysel koştu Feyzullah’ın yanına, köylü öfkeyle bağırmaya başladı:

-Gidin buradan, çingeneler, döl israfları, hainler, fukaralar, öleceksiniz!

Öleceksiniz. Aysel kocasının tuttuğu demiri sıkıca kavradı. Öldürecekti köylü, buracıkta onları. İnsan olduklarını, aynı dili, aynı ekmeği paylaştıklarını unutacak kadar dönmüştü gözleri köylülerin. Aysel karanlık içinde tek tek köylülerin gözlerine baktı. Kahvehanenin sahibi Ömer, okul arkadaşı Sadık, çocuklarının arkadaşının babası Haydar, Feyzullah’ın kan kardeşim dediği Dursun… Hepsi orada, hepsi hayatlarının bir kısmında yer etmiş insanlar. Bu toprağın insanları. Zamanında aynı duaya el açtıkları insanlar. Şimdi birer yabancı gibi dişlerini gösteriyorlardı Aysel ve Feyzullah’a. İçi dondu Aysel’in. Göğsünün ortasında bir yere şiddetli bir ağrı girdi. İçlerinden biri taş atmaya başladı küfür ederek. Feyzullah, Aysel’i içeri çekti, kapıyı kilitledi. Bir masanın ardına iliştiler ikisi. Elleri kenetlendi. Taşlar yağdı üstlerine. Çingene, çingene diye. Evet, çingeneydiler. Ama şu an çingene olmamışlardı ki. En başından beri böyleydiler. Hiç saklamamışlardı ki. Çingeneydiler. Düğünlerde köylünün, güle oynaya oynadıkları çingeneydi bunlar. Köylü hastalandığında, koşa koşa gelip şifa dilendikleri çingeneydiler. İyi günlerde de çingeneydiler!

Ardı arkası kesilmeyen küfür, köylüyü öylesine yormuş olacak ki bir süre sonra sessizlik hakim oldu dükkanın etrafına. Feyzullah, usulca bir oh çekti. Bitmişti. Köylü taş atmayı kesmişti. Halbuki yakacağız demişlerdi. Demek ki bu sefer değildi. Aysel Feyzullah’ın aksine, pek fazla rahatlamış görünmüyordu. Gözleri hala yanıyor ve içindeki bu doluluk geçmiyordu. Tünediği yerde öylece durdu Aysel.  Sanki bir yerlerde, köylü hala onun canını yakıyordu.

Birden büyük bir çığlık yayıldı gökyüzüne. Feyzullah koşarak camın kenarına ilişti. Yangın çıkardılar diyebildi. Biraz sonra çığlıklar iyice yükseldi. Sanki koca bir deprem olmuş gibi tüm köylü dışarıya dizildi. Feyzullah yangının nereden geldiğini anlamak için, tekrar cama doğru yönelmek istedi. Gözüne büyük bir taş yedi. Dışardaki sesle, Feyzullah’ın inlemesi karıştı. Sanki ikisi de farklı yerden gelen, aynı acı gibiydi. Aysel, Feyzullah’ı köşeye çekti. Hala dükkanın dışında köylü vardı. Buraya hapsolmuşlardı. Aysel, bir yandan bulduğu kumaş parçasıyla Feyzullah’ın gözüne pansuman yapmaya çalışırken, bir yandan düşünmeye başladı. Köylü, çingeneleri yakacağız demişti. İşte! İki çingeneyi de bu dükkanda kıstırmışlardı. Yangını neden burada çıkarmamışlardı? Bu köyde yakacakları başka hangi çingene kalmıştı?

Aysel birden Feyzullah’ın yüzünden ellerini çekti. Çocuklarım! diye haykırdı.  Çocuklarımızı yakıyorlar Feyzullah!

Aysel buradan gitmeliydi. Gitmeliydi! Çocuklarını yakıyordu köylüler. Evini yakıyordu, saati yakıyordu köylüler! Canını yakıyordu. Anladı Aysel. Bu toprak, ayaklarına dolanmış kökleri değil, zehriydi. Başka yerden çıkabilirlerdi. Aysel koşarak cama vurmaya başladı. O vurdukça bir taş da o yedi kafasına, afalladı. Titreyen elini başına koyarken Feyzullah, Aysel’e bağırdı:

– Aysel, gidemeyiz gülüm. Öldürürler.

Gitmek ve gitmemek arasında, acıyı acıyla unutmaya çalışarak amansız bir mücadele verdi Aysel küçük dükkanın, tozlu rafları arasında. Sabretse, elinin yanığı gibi bu acıyı da geçirebilir miydi? Babasız kalacağı çocuklarına üzülürken, babaları evlatsız kaldı. Bundan sonra Aysel neydi? Kimdi?

Dükkanın taş fayanslarına boylu boyunca uzandı. Gözleri kararmadan önce iki ses duydu. Köyden mi geliyordu, yoksa kalbinin içinden mi bilinmez:

– Anne gitme!

– Aysel, gidemeyiz gülüm. Öldürürler.


Kaynakça:

Aral, I. (2008). Kıran Resimleri. Istanbul: Turkuvaz kitap.

Atılgan, Y. (1994). AylakAdam. İstanbul: İletişim yayınları.

İLHAN, S. ve  FIRAT, M. (2017). BİR İNŞA SÜRECİ OLARAK ÇİNGENELİK: KURAMSAL BİR ÇÖZÜMLEME. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 27(2), s.265-276.

Dural. B. ve Eseler.B. (2016).Dezavantajlı Bir Grup Olarak Çingenelerin Yerel Yönetim Mekanizmalarında Algınaırlık Durumu: Tekirdağ ve Bandırma Örneği 1. İstanbul.

Özsarı, İsmail Hakkı (2012).URL:

“Çingeneler”,http://blog.milliyet.com.tr/cingeneler/Blog/?BlogNo=381573,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks