Deneme

KAYBEDİLEN SON HATIRA

By

Mekan! Bu terim, yalnızca geometrik bir kavramdan ve doldurulmayı bekleyen boş bir ortam fikrinden ziyade; farklı hafızaların çarpıştığı, dışlandığı ya da birbirini yutarak baskın hale gelmek için amansız bir mücadeleye giriştiği ortam olarak karşımıza çıkar. İlk bakışta yalnızca taş topraktan ibaretmiş gibi görünen bu yerde, geçmişin susturulmuş seslerinden ve mücadelelerinden arda kalanlar, tüm renk, ses ve dokularla da adeta ‘yokluklarıyla’ içimize nüfuz eder. Muktedirin duvarlarını kendi elleriyle inşa ettiği bu mekanda ‘hatırlanacak olan’ çoktan belirlenmiş; ihmal edilmesi istenmeyen yere vurgu yapmıştır. Bir mekan, nelere mezar olabilir?

Geçmişi gömen ama onun adına hikayeler anlatan iktidarın sesi, ustalıkla ördüğü duvarlarda yankılanır durur. Ortak bir hafıza oluşturma, onları homojenleştirme ve tek bir gelecek tahayyüllünde bir araya getirme arzusuyla, geçmişe dair yeni anlatılar oluşturulur. Toplumun bugünkü ihtiyaçlarıyla geçmişin anılarına dönüştürücü bir bakış atar muktedir; o sırada ufku belirlemiştir (Murray, 2013). Artık, en bireysel ve gizli anılarımızın içine bile onun anlatıları sızmıştır; en özelinde bile onlardan parçalar görürüz. Hatırlıyorum’u hatırlıyoruz’a çeviren, hatırlama eylemini son derece kolektif hale getiren bir güçtür bu. İşte burada bir mekan, içindeki imgelerle, üst üste binen ve bazıları görünmezleştirilmiş anlatılarıyla, iskan edilecek bir tarih şahitliği sunar (Lefebvre, 2014, s. 149). Doğru mekan, güçlünün kafasında önce şekillenir, biçimlenir, ifade bulur; sonra da fiziksel ve toplumsal gerçekliğe yansır. Yaşanmışlıkları bizlere hatırlatma görevi mekana devredilmiştir. Bu hafızanın dayandığı şey artık bir mekandır, içindeki bu hikayelerdir. Yine de burası artık tarihin bir aynası değil de; yaşanmışlıkların toplumsal olarak ve baskın bir söylemle yeniden inşa edildiği bir alandır.

Yaşanmışlıklar geçip gittiğinde ise, ardında imgeleri bırakır (Nora, 2006). Geçmişimiz, dondurulmuş bir şekilde bu mekana ve onun içindeki ‘şeylere’ taşınmış; adeta gösteriye geçirilmiştir. İktidar, yekpare bir geçmişe dair taşıdığı fantezileri işte bu ‘şeylerle’ somutlaştırır. Parça parça bu anlatılar, alınıp değiştirilmiş, bir bütün halini alarak dokunulabilir resmi bir tarih oluşturmuştur (Halbwachs, 2018). Şimdi mekanın içindeki sıradan bir eşya, farklı bir tarihin anılarını fısıldar. Tarih diye adlandırılmış ve özetlenmiş olan, mekan boyunca gelişip yayılır. İçindeki şeyler, temsil ettikleri ve insanlar arasında bir iktidar ve bilgi oyunu oynanır (Deleuze, 2016). İçinden geçtiğimiz bu mekan, içindeki tüm bu objeleriyle, bize kimlerin hikayelerini anlatır; kimlerin anılarını hatırlatır? Aile hayatında anlatılan ve hayal meyal hatırlanan hikayeler, anneannenin mırıldandığı acı bir hikayenin şarkısı, geçmişten kopup gelen eski bir fotoğraf veya bir gazete parçası… İşte bunlar, hafızamızın kısa bir özeti gibidir. Oysa iktidarın mekanında, hatırlanacak ve unutulacak olan zaten bir kanun gibi yazılıdır. Tüm o hikayeleri anlatan kişiler toprağa karıştığı zaman da, kafamızı bu mekanlara, onların anlatılarına çevirmek zorunda kalırız (Jan Assman, 1995). Mekanı deneyimlerken içerme-dışlama ilişkilerine şahitlik ederiz. Aslında buradaki çelişkiler, reddedilen ve kabul edilen tarihlerin farklılığından doğan çelişkilerdir. Farkında olmadan bir hikayenin eksikliğini, reddedilişini vurgularlar. Bazıları için bu mekanda anlatılan hikayeler, kendilerininkiyle bir ahenk ve uyum içindedir. Her iktidarın özlemini taşıdığı bu makbul vatandaş, buraya ait olduğunu ve hatta buraya sahip olduğunu bilir; en derinlerinde hisseder. Ne de olsa resmi tarih, onun hikayesini yazar. Sadece görmek, içinde gezinmek, seyretmekle yetinmez; etkide bulunur. Mekanın içinde taraf olarak yer alır ve aslında bu, oradaki anlatıyı daha da gerçek yapar. Geçmişin gurur duyulan hikayesinin anlatılması, belki de bir süre sonra makbul vatandaş için de rahatlatıcı bir hal alır. Bu mekandaki anlatılanlar, birileri ona inandıkça, hakikate daha da yaklaşmıştır.

Bazıları içinse hakikat statüsü kazandırılmış bu hikayeler, aile anlatıları ve kendi hatıralarıyla ters düşen, onlarınkiyle çatışan hikayelerdir. Nesilden nesle aktarılanla burada sergilenen arasında sorgulatan bir boşluk vardır. Burada tarih, kişi için sona erer. Hangisi gerçek hangisi değil; bu bir hatırlama mı yoksa bir unutma ve bastırma mı, birbirine karışır. Gerçek ile hayal, arzu ile kaygı, kenetlenmeler ile dışlanmalar arasında; un ufak edilmiş bir hafızanın gölgesi vardır. Geçmişe dair utanç ve suçu muhafaza eden anılar ise burada dışlanmış; inkarla dışarı itilmiştir. İktidarın mekanı, bazı anıların ölümüne hüküm verip; bazılarına da ölümsüzlük ve daimilik kazandırmıştır. Her şey, bu mekanın içinde ve üzerinde kendini duyurur. Yaşanan, ezilir; tarihsel olmayan, özlem şeklinde yaşanır (Lefebvre, 2014, s. 79). Tasarlanan, baskın çıkar. Bu mekanın berisinde kalan ise çürütülür.

Bir mekanın anlattıklarında, kulağımıza silinen hikayelerin sesleri çalınır. Birilerinin yaşanmışlıkları ezilerek, büyük bir basınçla yok edilerek, üstünde yeni bir gerçeklik kurulmuştur. ‘Makbul olmayanın’ yaşadıkları, hamur gibi şekil verilmiş bir tarihin onu reddetmesiyle, mekandan kapı dışarı edilmiştir. Toplumsal hafızadan silinip gitmesi istenenle büyük bir yüzleşme yeri değil; utancın silindiği, şiddetin bir yenisinin daha gün yüzüne çıktığı bir unutturma mekanı olarak karşımıza onun hikayesi çıkar: Ulucanlar. Ulucanlar Cezaevi Müzesi, bir zamanların mahkumlarının deyimiyle eski ‘cehennem cezaevi’, şimdilerde bir müze mekanına dönüştürülmesiyle, hadım edilmiş politik bir hafızanın ‘unutturulma şiddetini’ ifşa eder. 1980’lerin darbe vurulmuş Türkiye’sinde, netliğin kaybolduğu ve her şeyin kalıcı bir umutsuzluk girdabı içinde dönüp durduğu o politik ortamda, sağcılar, solcular, siyasetçiler, yazarlar ve tahliye edilmiş askerlerin devlet şiddetine maruz kaldığı travmatik bir hafıza mekanıydı Ulucanlar.

Devletin ‘düşmanlarının’ bir arada, kesintisiz bir gözetim ve boyun eğdirme ritüellerinin altında ezildiği cezaevi; içinde idam edilen ikonik figürlerle aynı zamanda bir direniş alanına dönüşmüştü. 1999’un 26 Eylül’ündeyse bu hapishanenin duvarları, tarihin acı verici bir tekerrürü olarak, gece vakti düzenlenen bir operasyonda 4. ve 5. koğuşlarda yaşam alanlarının dar olmasını protesto eden tutukluların vurularak ya da işkenceyle öldürülmesine şahit olmuştu. Ulucanlar, açlık grevlerinin, ölüm oruçlarının, tutukluların gördüğü işkencelerin, bir yargılanma olmadan uzun süre devam eden tutuklulukların, idamların, katliamların yürütüldüğü; politik bir hafızanın cisimleştiği bir cezaeviydi. İktidar için mahkumların bedenleri, onların üzerinden gücünü kanıtlayabileceği “siyasal bedenlerdi” (Foucault, 1992). Ulucanlar’da bedenler, onun tarafından kuşatılıp damgalanırdı; azap çektirilerek ‘terbiye edilirdi’. Temel insan haklarının devlet eliyle ihlal edildiği bu travmatik mekan, yalnızca dışı tellerle örülü bir tutsaklık ve gözetim mekanı değil; içinde tahakküm ve direniş çatışmalarının nabız gibi attığı yerdi.

Cezaevinin boşaltılmasının ardından, 4. ve 5. koğuşta yaşanan katliamdan on yıl sonra, kendi hikayesini anlatan cezaevinin yıkımının engellenmesi için buranın bir ‘tanıklık edilecek mekan’ haline getirilmesi fikri etrafta dolaşmaya başlamıştı. Dönemin büyükşehir belediyesinin, duvarlarında yaşanmışlıkların asılı kaldığı ve kendi hafızasını her köşesine sindirdiği Ulucanlar’ı yıkarak rant sağlamaya çalışması da belki de bu projenin ortaya çıkmasındaki sebeplerden birisiydi. Yüzlerce kişinin katıldığı proje fikir yarışmasının ve umut verici onlarca etkinliğin ardından, Adalet Kurumu’nun onaylayacağı bir kuruma duyulan ihtiyaçla, Altındağ Belediyesi de bu tanık-mekan yaratma sürecine dahil oldu; cezaevini yıkmaktan kurtaran ve onu müzeye dönüştürmekle övünen Belediye, proje fikirlerini hayata geçirmeye çalışanları da yavaş yavaş sürecin dışına iterek mekanın tek yaratıcısı ve dönüştürücüsü haline geldi (Aysu, 2015, s. 18). Bu mekan artık devlet eliyle dönüştürülecekti. Acının ve hak ihlallerinin anılması ve kolektif hafızada yerini alarak hatırlanması amacıyla üretilen yerler, su yüzüne çıkmayı bekleyen hikayeleriyle muhalefet mekanları, acının bir teşhir objesine dönüşmesini de engellemeyi amaç edinir. Travma yaşamış insanlarla ve onların hikayeleriyle buluşarak, ortak duygu paylaşımını arttırmayı hedefler (Turner, 2015). Altındağ Belediyesi yetkilileri için; insanların baktığında, içinde dolandığında, dokunduğunda ve hayal gücünün sınırlarını zorladıklarında buradan almaları gereken asıl mesaj, insanların ’düşündükleri için’ öldürüldüğü ve bundan bir takım dersler çıkarmamızın gerekliliğiydi. Peki ya mekanın temsil ettikleri? Cezaevinin bu yeni örgütlenişiyle birlikte verdiği -ya da sakladığı- mesaj ise bundan bir hayli uzaktır; yakınından berisinden bile geçmez (Aysu, 2015, s. 85).

Müzeye dönüştürülürken içinde yapılan ‘temizlikle’, boyanan duvarları ve sterilizasyonuyla, ferahlaşıp boşaltılan avluları ve koğuşlarıyla burası, temsil etmesi beklenenden çok öte; sahte ve gerçekliği çarptırılmış, bir başka anlatının dillendirildiği bir mekan olmuştur. Mümkün olduğunca orijinal biçiminde muhafaza edilmesi ve deneyimlenmesi gereken Ulucanlar; iktidar erkinin, mekanın tarihini seçmeci bir tavırla yeniden yazdığı, içindeki şiddet ve direniş hafızasının içini boşaltıp dönüştürdüğü farklı bir yapıdır artık. Şüphesiz ki, resmi tarih ‘yazıcılarının’ hazmedebileceği sınırın ötesine geçmiş hikayelerin burada susturulması ve zararsız hale getirilmesi, bu mekanın dönüştürülmesi üzerinden hayat bulur. Eski mahkumların pek çoğu için de bu eski cezaevleri, yüzleşmekten ve geçmişin yarasını kaşımaktan korktukları için gitmeyi reddettikleri yer değil; orada olması gereken temsili bulamayacakları düşündükleri bir müzedir (Aysu, 2015, s. 42). Ne de olsa orası, devletin gücünü temsil eden bir otorite makamının dönüştürdüğü yerdir ve onlar da zamanında faili devlet olan bir şiddetin kurbanlarıdır. Belki de, eski mahkumların gözünden müzeye baktığımızda göreceğimiz şey: Yok edilen yüzlerce somut detay, müzeleştirme sürecinde toprağa gömülmüş ayrıntılardır. Bomboş, olduğunca uzanan bembeyaz geniş avluda, bir zamanlar varlığıyla yer kaplayan şeylerin; şimdilerde müzede sergilenmeye gerek duyulmamış eşyaların anlatacağı anılar, ziyaretçiler tarafından hiçbir zaman duyulmamak üzere yok edilmiştir.

Ulucanlar’ın içindeki beyaza boyanmış, şu anki görüntüsüyle diğerlerinden hiçbir farkı olmayan hamamın içinde bir zamanlar politik tutuklular işkence görüyor ve katliam yapılıyordu. Devlet, orada görkemini aşırılıklar içinde duyururdu. Tüm bu işkenceler, bir kişinin binlerce kez ölümü, ıslahı demekti. Bir bedenin acısı, oldukça bireysel ve özel değil midir?(Ahmed, 2004) Bedene inen her darbe, ‘makbul olmayana’ da inen bir darbedir. Ve bir başkasının kendi bedeninde hissettiği, ayak uçlarından göğsüne uzanan o acı, mahkumları ortak bir kimlikte toplayıverir. Oysa burası, şiddetin izlerinin silinmesiyle, onların kimliklerini yeniden ortadan kaldırmıştır. Bedenleri, işkence ve acının anısını koruyacak olsa da; Ulucanlar’da, bir zamanlar bu hamam duvarlarına yazılan şeyler hiçbir zaman okunmamak üzere yok edilmiştir. Bu, bir duygunun, bedeni sarmalamış bir acının, politikleşip ardından sindirilmesinin hikayesidir. Tüm duvarları homojenleştirilip temizlemiş o bembeyaz boyanın yapaylığını, koğuşların içindeki sahici balmumu heykeller kurtarmaya yeter midir? Değdiği yere ferahlık getiren beyaz, Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde yaşanmışlıkların üstüne kapkara çöker. Bir mekanın boyanması üzerinden erk sahibinin güç ve iktidarını mekanda nasıl genişletip, şiddeti yeniden ürettiğini bizlere ispat eder burası.

Bir başka boşluk, bir başka hafızası boşaltılmış mekansa, “tarihi değeri olmadığı için” yıkılan kadınlar koğuşudur (Meral Akbaş, 2019). Boş olan bu mekanın içinde, kısa bir süre öncesine kadar kadınların sevinçleri, umutları, yasları, dayanışma ve mücadeleleri nefes alıyordu; şimdiyse yıkılıp yok edilmişlerdir. Diğer bir kadın koğuşununsa içi yeniden inşa edilmiş ve ziyarete kapalıdır; müze mekanının içine dahil etmeye dahi gerek duyulmamıştır. Anıların kapatılarak görünmezleştirildiği bu müzede, içi yeniden inşa edilmiş bu 50 kişilik koğuşlarda bir zamanlar 100, belki de 150 kişi bir arada yaşardı -1999’daki o baskından dakikalar önce de bu insani koşullardan çok uzak standartları mahkumlar tarafından protesto ediliyordu- (Durdular, 2000). Aileler ve çocuklarının ziyaret edebileceği ‘uygun bir mekan’ statüsüne dönüştürülmüş Ulucanlar’da ziyaretçiler, belki de ranzaların azaltılarak geniş bir alanın açıldığı, görece daha konforlu hale getirilmiş koğuşlara bakıp ne düşünür acaba? Eski mahkumların eşleri, kardeşleri ya da sevgilileri, eski defterlerin açıldığı bir sohbet sırasında, oranın nasıl da ranzalarla, insan yığını ve onların eşyalarıyla tıka basa dolu olduğunu anlatan hikayeler dinlemişlerdir. Oysa gördükleri, çok daha ferah ve ışıklı, temiz bir mekandır. Mahkumlarsa bu koğuşlarda, kendi hafızalarının somut kanıtlarının iktidar tarafından yok sayma-yok etmelerle toplumun hafızasından dışladığını görür. Bu, insanın kendi hafızasını dahi sorgulatacak düzeyde bir ‘gerçeğin yeniden inşası’ olsa gerek.

Halbuki eski mahkum oraya gittiğinde, orada geçirdikleri gündelik hayatlarına dair izlerin de peşine düşer. Çünkü gündelik hayatın eylemleri, cezaevindeki direnişin bir başka biçimidir. Gizlice yetiştirilen bir çiçek, eldeki imkanlarla yaratılan yeni bir oyun, saklanan bir gazete parçası, diğer mahkumlarla kurulan yeni bir iletişim biçimi onların gündelik hayatlarına, oradaki varlıklarına işaret eder (Özsoy, 2018). Bizler ise, müzenin ziyaretçileri olarak, bu insanların gündelik hayatlarına dair hiçbir iz göremeyiz. Aynı, siyasi mahkumların duvara kazıdığı “kanla yazılan tarih silinemez” yazısının müzeleştirme sürecinde silinmesi gibi, diğer izler de iktidar tarafından silinip gitmiştir. İktidar, mekanda kendisini olduğu haliyle göstermez de mekanın örgütlenmesinde, içindeki hafızayı ele geçirip onu soğurarak gösterir (Lefebvre, 2014, s. 326). Karşısında duran her şeyi siler; ustalıkla sıyırır, içini boşaltır. Bununla da yetinmez, orada yok ettiği hafızanın yerine yenisini üretir. Anıların üzerine bembeyaz bir sıva yedirilerek yok edildiği, travmaların oldukça zararsız ve popülist bir söylemle yalnızca birer teşhir objesine dönüştürüldüğü bu Ulucanlar şimdi gerçekten de kimlerin Ulucanlar’ıdır?

Yıkılan, yok edilen, kapatılarak görünmezleştirilen, boşaltılarak anlamsızlaştırılan koğuşlarda eski mahkum, kendi hikayesinin çoktan tarihin derin sularında bulanıklaştığını görür. Oranın kapısından girdiğinde ya da eşiğinde dikildiğinde, belki de yıllarını geçirdiği bu cehennem hapishanede, bir yabancı gibi muamele görür; silinen hikayesini arar. Mahkumun hissedebileceği aldatılmışlık hissi, yaşananların unutturulmayacağı sözü verilmiş bu müzede, çok basitçe gerçekliğin yok edilişinden gelir. Anıtlaştırılan, mitleştirilen, müzeleştirilen bir tarihin anlatılarında burada geleceğe taşınan şey, içi boş bir mahkumiyetin hikayesinden başka bir şey değildir. Çarpıtılmış anıların sergilendiği bu müze, eski mahkumların anlatılarını adeta çürütme görevi görmektedir. Hapishanenin hücreye açılan koridorlarında ziyaretçilere bağırma efektleri eşlik eder (Aysu, 2015, s. 49). Bu bağırma sesleri, daha çok zavallı bir insanın ağlamayla karışık yakarışıdır aslında. Halbuki orada, siyasi tutukluların türlü işkencelere maruz kaldığı bu yerde, mahkumlar direndiği için hücre cezası alırdı ve o bağırışlar da yaşadıkları zulmü ve adaletsizlikleri haykıran bir protestocuların bağırışlarıydı. Müzede kulağımıza gelen bağırışlar ise onların bağırışları değildir; feryatlarının anlamı değiştirilmiştir.

Bir zamanlar 4. ve 5. koğuşun bahçesinde göğe, siyasi mahkumları gökyüzünden ayıran demir çubuklar uzanırdı (Aysu, 2015, s. 35). Yalnıza gökyüzüne baktığında kendini özgür ve mekandan soyutlanmış hisseden mahkumlar için bu, iktidarın kalan son küçük özgürlük alanlarını da işgal etmesiydi. Bu demir çubuklar artık müzenin bir parçası değildir; kaldırılmıştır. Oysa, politik tutukluların iktidarla olan bastırma-direnme ilişkilerinin somut bir örneği, en ufak bir özgürlüğü dahi elinden alarak cezalandırmanın bir yolu olarak, bahçeye dikilmiş o demir çubuklardı. Böylece, kendi hikayelerine konu olan bir başka anı daha silinmiş; burada hafızaları yeniden inkar edilmiştir. Ulucanlar’da 80’lerde, 90’larda tam olarak neler yaşanmıştır? Ziyaretçilerin çoğu, bir şekilde bu bilgilere sahip olsa dahi, onları hatırlatması gereken mekanda, bu bilgiler belirsizleşir. Mahkumların hafızaları ve direnme geçmişleri burada, mekânsal stratejilerin içinde nasıl kaybedilmiştir? Bir zamanlar orada olmalarına sebep olan politik kimlikleri artık orada görünür değildir. Ziyaretçiler, ranzalara yapıştırılmış ikonik figürlerin isimlerine bakar; orada tam olarak ne olduğunu bile hatırlamadan ‘zavallı’ kader mahkumlarına üzülür ve derin bir acıma duygusu hisseder. Belki de hiç bilmeyen biri, bu ranzalara bakıp, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın beraber kaldığı fikri gibi absürt bir romantizmin içine düşebilir. Tanınmış -ancak yine de hikayelerinin politik tarafı sıyrılmış- isimlerin altında, eski mahkumların siyasi kimlikleri belirsizleştirilir. Orada yaşarken ait oldukları kimlikleri nötrler ve onların politik hikayelerinden bahsetmez. Şiddet politikasına ve erk sahibine getirilmesi beklenen eleştiri, eski mahkumlara duyulan acıma duygusunun ve üzüntünün arkasında kaybolup gider; onların hikayesini romantikleştirip içini oyar.

Burada belediyenin beklediği şey, eski mahkumlara hafızalarının yeniden şekillendirilmiş, çarpıtılmış bir halini sunup, eski mahkumların orayı kendi hafızalarının mekanı olarak kabul etmeleridir (Aysu, 2015, s. 45). Ancak, orası yalnızca bir inkar mekanıdır. Aynı hikaye, iki farklı şekilde orada dillendirilmektedir. Bir tarafta içi boşaltılmış acınası bir tutsaklığın anıları; diğer tarafta devlet eliyle işlenen şiddetin içinde hayatta kalma çabasının anıları… Biri iktidarın resmi dilinden, diğeri de eski mahkumların dilinden dökülenlerdir ve yalnızca bir tanesi ‘resmi’ statüsü kazanarak toplumsal hafızaya nakşedilecektir. Bu, kurulduğu günden bugüne süregelen bir boyun eğdirme ve güç gösterisi; cezaevinden müzeye devredilen bir şiddettir. Hükümsüz bir temsili sunan müze, artık eski hükümlüler için yalnızca bir bina, anlamsız bir beton yığınıdır; iktidar mekanın içinde onların hatıralarını yutmuştur. Ulus’un yamaçlarında bir mekan, bir cezaevi, bir müze, hakikatin dışına itilen kimlikleri ve onların sessizleştirilmiş hikayelerini gizli gizli anlatmaya devam eder.

Kaynakça

Özsoy, M. (2018). Foucault’cu Bir İktidar Analizi: Türkiye’de Hapishanelerde İletişimsel Süreçler. Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi(28), 257-277.

Ahmed, S. (2004). The Contingency of the Pain & Shame Before Others. The Cultural Politics of Emotion (s. 20-41). içinde

Aysu, T. (2015). Turning Ulucanlar Prison to Ulucanlar Prison Museum: The Politics of Creating a Memory Place. 1-94.

Deleuze, G. (2016). Michel Foucault’s Main Concepts. T. N. Nicolae Morar içinde, Between Deleuze and Foucault (s. 59-71). Edingburgh University Press.

Durdular, E. (2000). 26 Eylül 1999 Ulucanlar Cezaevi Raporu. Bakanlıklar, Ankara Merkez Kapalı (Ulucanlar) Ceza ve Tutukevindeki İncelemeler. Ankara: Komisyonu, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Yayınları.

Foucault, M. (1992). Azap Çektirmenin Görkemi. Hapishanenin Doğuşu (M. A. Kılıçbay, Çev., s. 39-86). içinde Ankara, Kızılay, Türkiye: İmge Kitabevi.

Gür, A. (2006). Üç Boyutlu Hikayeler: Türkiyeli Ziyaretçilerin Gözünden Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Temsil Ettiği Ulusal Kimlik. E. Özyürek içinde, Hatırladıklarıyla ve Unuttuklarıyla: Türkiye’nin Toplumsal Hafızası (s. 215-247). İstanbul, Türkiye: İletişim Yayınları.

Halbwachs, M. (2018). Mekan ve Kolektif Bellek. Kolektif Bellek (Z. Karagöz, Çev., s. 159-187). içinde İstanbul, Türkiye: Pinhan Yayıncılık.

Jan Assman, J. C. (1995, Spring-Summer). Collective Memory and Cultural Memory. New German Critique(65), 125-133.

Jennifer Turner, K. P. (2015, June 29). Unlocking Carceral Atmospheres: Designing Visual / Material Encounters at the Prison Museum. Visual Communication, 3(14), 309-330.

Lefebvre, H. (2014). Mekanın Üretimi (I. Ergüden, Çev., s. 9-358). içinde İstanbul, Türkiye: Sel Yayıncılık.

Meral Akbaş, Ö. K. (2019). Geriye Kalan: “Yıkıldı, çünkü tarihi eser değildi!”. S. N. Meral Akkent içinde, Feminist Pedagoji: Müzeler, Hafıza Mekanları ve Hatırlama Pratikleri (s. 44-56). İstanbul, Türkiye: İstos.

Murray, M. J. (2013). The Power of Collective Memory. Commemorating and Forgetting (s. 11-28). içinde University of Minnesota Press.

Nora, P. (2006). Hafıza ile Tarih Arasında: Mekanlar Sorunsalı. Hafıza Mekanları (s. 17-39). içinde Ankara, Türkiye: Dost Kitabevi Yayınları.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks