Röportaj

YOLA ÇIKIŞIN COĞRAFYASI : “GÖR BENİ”

By

Tahammülsüzlük…

Hoşgörüsüzlük…

Korku…

Saklanma…

Kaçış…

Ve tüm bunların peşinden gelen bir öteki tutma, yüzünü dönme furyası.

Tohumlarını bin bir özenle ektiğimiz, kökünden ucuna kadar uzanan endamıyla bizi kendimize kucaklattıran o lavantaların üstüne yukarıda saydıklarımı da bir kolumuzun altına alıp ısrarla yok etmeye çalışıyoruz. Neydi peki o lavantalar? Neyi sembolize ediyordu? Şifaydı. Fikri, zikri, teni, ırkı, milleti, sevdiği, entarisi, saçı, kaşı ne kadar farklı olursa olsun; arada ne kavgalar çıkarsa çıksın yatıştıran kokusuyla ve şifa olan kökleriyle “biz”di. Benim için, insanına bir lavanta bahçesi kadar eşsiz bir ferahlık sunabilme potansiyeline sahip bir coğrafya Türkiye. Bu coğrafyaya ihanet edercesine, kendi kendimizden intikam alırcasına bir çaba içine girdik. Güneşin en tepede olduğu günlere yetişmek için göstermediğimiz çabayı; birbirimize düşmek için gösterir hale geldik… Hayır demek istiyorum. Hayır sevgili Yaşar Kemal. O güzel insanlar o güzel atlara binip gitmesinler… Burada, bizle kalsınlar. Biz olsunlar. Bizi bir arada nelerin tuttuğunu adeta unutmak için antlar içmiş şu halimize bir tokat olsunlar. O güzel insanlar çoğalsın. Hiç gitmesinler. Gitmesinler ki lavantalar yeniden açıp kokmaya başlasın.

Hani derler ya, neyi arar neyi düşünürsen onu önüne yığar hayat, bir cevap bulabil diye. Arkadaş toplantılarında, orada burada tam da bunlardan konuşup durduğum bir dönemde karşıma bir kitap çıkıyor: Gör Beni. Psikolog-Yazar Azra Kohen tarafından yazılan İki Devrin Hikâyesi olarak geçiyor kitap. Önce Fi, Çi, Pi üçlemesi ve sonrasında Aeden kitabıyla hayatımızda daha fazla yer edindi Azra Kohen. Ancak bu yer edinişin; bu ünün kaynağı şekli, görüntüsü, medya tarafından şişirilmiş sahte bir yeteneği ya da birileri tarafından onaylanma ihtiyacı değil. Gözlerinden adeta çabanın, bilginin, anlamın ve potansiyelin peşinde oluşun okunduğu deli dolu bir kadın Azra Kohen!

Kitabı elime alıyorum. Başta kitabı yukarıda bahsettiğim bu acımasız dönemin içinde nefes alıp vermeye çalışırken bir bardak su olsun, rahatlatsın diye okuyorum. Sonra fark ediyorum ki ne münasebet! Rahatlatmak da neyin nesi… Bu kitap, fena halde can sıkmak için yazılmış!

Yanlış anlaşılmasın, kötü bir niyetle değil. Aksine, kitabı okuduğunuz zaman anlıyorsunuz ki çok özel bir misyon ile yazılmış bir kitap Gör Beni. Bizi yeniden “biz” kılabilmek için her satırında araştırılmış, sorgulanmış, arka perdesinde yılları barındıran bilgilerin yuva sahipliği yaptığı bir kitaptan söz ediyoruz. İşte bu yüzden can sıkıyor! Osmanlı tutkunu bir genç adam olan Selim ile Cumhuriyet kadını Ülkü’nün çarpışmasını anlatıyor. Aslında yalnızca bu iki karakterle anmak haksızlık olur bu kitaba. Öyle bir çarpışma oluyor ki; doğruların, hakikatin, kucaklaşmanın ve bir olmanın çarpışması haline geliyor. Böyle zor bir zamanda nasıl aydınlığa erişebileceğimizin anahtarını uzatıyor avcumuza. Kitap ayrıca kulaktan kulağa yayılan; sorgusuz sualsiz övündüğümüz tüm değer ve bilgilerin gerçeklikle tam tersi yönlere koştuklarının, doğru bilgiye ve hakikate bu rahatlık ve konfor alanında değil; sorgulayarak, yorularak, çabalayarak ve yolda olarak ulaşabileceğini önümüze sunuyor.

‘Yola çıkışın coğrafyası’nı bize sunan Gör Beni, bir öncekinden birebir ödünç alarak yaşadığımız sorgusuz; tekdüze şekil almış yaşantılarımızın, farklılıktan ve farklı olandan çekinme halimizin, içimizdeki sancılardan korkup karşımızdakine acımasızlığımızın ve kendi kendimizi tüketmemize kadar bir çok soruna adeta  ‘lavanta etkisi’ yapıyor ve okuru o etkiyle birlikte harekete geçiriyor.  

Şöyle bir girişle karşılıyor kitap okurunu…

“Bedenimin içindeki canı gör, sadece etimi değil.
Gözlerimin içindeki hayatı gör, sadece bakışımı değil.
Hissettiklerimi gör, sadece tepkilerimi değil.
beni gör.

Derinliğimde boğulmadan,
Sorularımda kaybolmadan, 
Korkularında yok olmadan,
Gör Beni.

Bir fısıltıya koydum kendimi.
Kalbine soruyorum yerimi:
Başarabilir misin beni görmeyi? 
Cesaretin yeter mi?
Topla cesaretini ve Gör Beni.”

Ve de ekliyor…

Birileri bizden fırtına bekliyor, 
onlara gökkuşağı vermeye hazır mısınız?

Hem Gör Beni’yi konuşmak hem de dikenleriyle canımı acıtma eşiğine gelen suallerime cevaplar bulabilmek için bir hazine niteliğinde olan bu kitabın eti, kemiği olan sevgili Azra Kohen’e sığınıyorum….

Son kitabınız Gör Beni’de okurunuzu araştırılmış ve defalarca sınanmış, sonsuz, kıymetli bilgiyle kuşatıyorsunuz. Ve yüzlerce o bilgilerle dolu dünyanın kendisine ancak yola çıkıp çabalayarak ulaşabileceğimizi söylüyorsunuz. Yani sizin deyiminizle ‘seferin’ ne kadar önemli olduğunun altını çiziyorsunuz. Sizce, bugünün Türkiye’si, neden sefere değil de zafere takık? Neden o zafer uğruna da birbirimizi yok etmeye çalışan bir topluluk haline geldik?

Azra Kohen: Bir toplum değişim sürecindeyken her zaman zorlanır ve karmaşa, kaos içinde olur. Bu aslında “bozulan” her şeyi toplamadan önce deneyimlenen bir zirve noktası. Kaosta olan toplumlar üretmeye, gelişmeye çok daha açıktırlar düzen içinde süregelen toplumlara kıyasla. Türkiye’nin şu anda yaşadığı her travma ileride “biz”e antikor görevi sağlayacak. Zafere odaklı gibi gözüksek bile aslında tam olarak seferde, yani deneyimdeyiz. Geçmişin hesaplaşmasının hayatın işi olduğunu anlayıp birbirimizden intikam almaktan yorulduğumuzda devrim başlayacak. Az kaldı.

“Birini düşündürmek onu öldürmekten daha zor!”

İstisnasız hepimizin bir derdi, yarası var. Aslında hepsi, hayatın sunduğu birer eşik. Ve o eşikten bize yadigâr kalan tortular… Peki, bu acılardan anlam doğurabilmek ve iyileşebilmek için insanlığın ne yapması gerekir? Ne faydası olur elde ettiğimiz bu anlamların?

Azra Kohen: Düşünmesi lazım. “Birini düşündürmek onu öldürmekten daha zordu” diyorum Pi’de. Düşünmek ciddi bir alışkanlık haline getirilmediyse zordur. Zihninde dolandırdığın başı boş fikirler değildir düşünce, zihnin içinde topladığın verilerle problem çözmeyi geliştirmek için gösterdiğin çabadır. Düşünmeyi asla küçümsememek lazım. Bugün Newton fizik kanunlarından Quantum fiziğin görecelilik esaslarına geçişte bir yerlerdeyiz. Her şey en kök olgusuna kadar değişimle sınanacak. Öz çıkacak ortaya. Düşüncede de devrim olacak, çünkü bugün bir fotonun bile zihinsel beklentiye tepki verecek şekilde hareket ettiği Cern testlerinde ortaya konuldu. Evren, hayat, hayatımız o hayatı yaşayan herkesin düşündüğü her şeyin toplamıyla şekilleniyor olabilir mi? Yani ortak bilinç dediğin şey gerçekliğin var edilmesinde aktif bir sistem olarak çalışıyor olabilir mi? İnsan önce sistemli düşünmeyi öğrendiğinde o zaman insani meziyetlerinin yüceliğini anlayacak. Anlamlı olmanın faydası ne dediniz, anlam olmayınca ölüyor insan, bir nefes daha alıp yaşamak istemiyor. Anlama bağımlı bir varoluşsal yapımız var.

Kimimiz aynı yaşanmışlıkları, tecrübeleri bizden önceki hayatlardan ödünç alıp zamanı gelince de bir diğerine devir teslim ederek bu döngüyü devam ettiriyoruz; kimimiz ise bu kalıpların ötesinde özgün, farklı deneyimler elde ederek durmaksızın kendisini geliştirdiği bir yaşamı tercih ediyor. Peki, bugün bu iki farklı kesim ve hayat ortak bir paydada nasıl buluşur? 

Azra Kohen : Tekamül yolculuğunu kendi küçük zekâmızla hesaplamak mümkün değil. Hayat kime, neyi, ne zaman ve hangi duygu ile öğreteceğini çok iyi biliyor. Anlayanlar ile anlamayanlar arasında bir savaş olduğunu düşünelim. Bu savaşta anlayanlar kurban mı? Tabii değil, çünkü anlamak bir sorumlulukla birlikte gelişir. Nedir o sorumluluk? Birlik olabilmektir. Sen anladığın halde diğer anlayanlarla hâlâ birlik olamadıysan demek ki bu seviyede öğrenmen gereken bir sürü bilgi var. O yüzden sürekli “diğerlerini” suçlamak yerine sorumluluk alıp üzerimize düşenin ne olduğunu anlamak ve uygulamaya geçmek lazım. Fark ediyorum, ne güzel deyip bir köşede durup fark etmediklerini düşündüğün diğerlerini eleştirmek hayata ihanettir. Ne lazım bize? Bilgi ve yöntem. Her deneyimi anlamaya açık olmalıyız, bireyleri ait olmayı seçtikleri ideolojiler olarak görmeyi bırakıp insan olma yolculuğunda bocalayan varlıklar olarak görmeliyiz ki bu sistemli kutuplaştırma bir noktada son bulsun.

Peki size ‘zıtlıkların kimyası’ ne anlam ifade ediyor diye sorsam?

Azra Kohen: Her oluş kendi zıttı ile birlikte var olabilir. Diyalektik devinim kanunu ile anlayış geliştirdiğimiz bugünün var oluşunda her olguyu kendi zıttı üzerinden anlayabiliyoruz. Her halin bir zıttı var. Kendi durduğun yerin tam karşısında duran birileri mutlaka var. Neden? Çünkü ancak bir şeyi başka bir şey ile kıyasladığımızda anlayabilecek kadar ilkeliz. Ama aslında her şeyi zıttı ile görmek yerine çeşitliliği fark etmek lazım. Mesela, ne kadar geniş bir gen havuzuna sahip olursak o kadar sağlam ve sağlıklı* olmaya meyilliyiz ve Türkler olarak çok geniş bir gen havuzuna sahibiz**. Zıtlıkların kimyasındaki ahengi göremeyenler bir şekilde karşı tarafa konulmuş diğerlerindeki zıtlığa odaklanıp çeşitliliğin renklerini kaçıracaklar ve bu geniş gen havuzu ile aslında ne kadar şanslı olduğumuzu, gelişime ne kadar hazır bir zemine sahip olduğumuzu asla anlayamayacaklar. Senin tam karşına bir başkasının konmasının nedeni, onunla savaşman değil, onunla birleşip bütünü oluşturman olmasın?

Etrafı küçüklüğünden beri “bilgi”den, “gerçeklikten” korkan ve sizin deyiminizle vagon olmayı seçen insanlarla donatılmış birisi için, “yolda olmayı” nasıl tarif edersiniz?

Azra Kohen: Ben önce sorarım ona, “sıkılmadın mı?” diye. Vagonların arasına sıkışmış lokomotiflerin bir huyu var, çok sıkılıp bir şeyler üretmek için aşeriyorlar. Sonra ikinci sorum gelir: “Yolda olmak istiyor musun?” Evet diyebiliyorsa sadece bir şey üretmeye odaklanmak yerine o esnada kendini mutlak bir şekilde geliştirmesi gerektiğini anlatırım, anlar ve kendini geliştirme yolculuğunda zaten motoru devreye girecek ve önünde ne kadar çok vagon olursa olsun hepsini aşıp kendi yolunu kurgulayacaktır ama bekleyerek değil, kendini adım adım geliştirmek için sürekli bir çabada olarak. Kendini geliştirmek için yorulmadan yola çıkılmıyor.

Yine Gör Beni’ye dönersek… Bir bölümünde, bu kapitalist düzen içinde paraya bu kadar taptığımız bir dönemde yok etme ve yok ettikçe daha fazlasını isteme halinin kendi potansiyelimizi keşfetmemize büyük bir engel yarattığını söylüyorsunuz. Peki, bugün özellikle de yazılarımızı MacBook’tan yazdığımız, mesajlarımızı iPhone’dan attığımız ve kahvemizi de Starbucks’tan içtiğimiz müddetçe gerçek potansiyelimizi nasıl keşfedebiliriz?

Azra Kohen: Problemin kaynağı teknoloji değil, teknolojiyi nasıl kullandığımız, popüler kültürün kaynakları değil, kaynaklarının hangilerini nasıl tükettiğimiz. Dostoyevski de zamanında popüler kültürün bir ürünüydü… Potansiyelimizi keşfetmek için burada denge ve irade devreye girmeli. Ne kadar dengede ve iradeli olursak o kadar potansiyelimize doğru hareket eder ve en az tükettiğimiz kadar üretmeye odaklanırız. Yoksa bu tip markalara savaş açmayı komik buluyorum ben. Birileri iyi bir makine yaptıysa alıp kullanalım, daha iyisini yapmak için makineyi parçalayıp konuda ustalaşmaya çalışalım ama makinenin kölesi olup sonra da bu teknolojiyi üretene kızmak çok çocukça. Utanç verici.

Tıpkı parayla aramızda olan bağda olduğu gibi ikili ilişkilerde de “bilinçsizce tüketme” tükettikçe de anlamı tamamen boşaltılmış bir çılgınlığın içinde debelenip durma halimiz var. İnsanlarla aramızda kurduğumuz diyaloglardaki bu tüketme hevesini ve ‘sahiciliği yozlaştırma çabasını’ nasıl minimuma indiririz?

Azra Kohen: Sakin olarak. Az konuşup, çok anlamaya çalışarak. Zamanımızı kendimizi geliştirmeye adayarak. Kalabalığın uğultusu içinde patlayan bir silahın kimin elinde olduğunu bulamazsın ama düşüncenin sessizliğinde gelişmeyi öğrenmiş toplumlarda olan her şeyin kaynağı bellidir. Faili meçhul olmaz ve faili meçhulün olmadığı yere gerçek adalet gelir. Yani sessiz ve belgeli olmayı, bağırıp çağırıp belgesiz bir şekilde haksızlık naraları atmamayı tercih ettiğimizde her şey dengeye gelecek. Ve ancak sessizce çalışan bir toplumda samimiyet doğabilir.

Geçenlerde sosyal medya hesabınızda bir paylaşım yaptınız. İlişkileri, gerçekliği, insanların en değerli varlıklarını çalan ve yağmacılık yapıp kendine bu yağmacılığından hazlar yaratanlardan bahsediyordunuz. Sorum şu; adalet kavramından yoksun, salt zarar sunan bu insanlar hiç mi duvara toslamayacak? Öyleyse neden? Sizin söylediğinize göre onlara bir şey olmayacak; yağmalamaya devam edecekler ve bundan da herhangi bir ders çıkarmayacaklar çünkü?

Azra Kohen : Ama ben böyle bir şey demiyorum ki, onları cezalandırmak bizim işimiz değil hayatın işi diyorum ve periyodik aralıklarla yağmacıların sistemli bir şekilde duvara tosladığı ve insanlık tarihinde ibretlik hikâyelere dönüştüğü örneklerle şekillenmiştir insanlığımız. O yağmacılar olmasa nasıl gelişeceğiz, nasıl düşünüp değerlerimizi korumaya çalışacağız? Eskiden Anıtkabir’e bin kişi anca gidiyordu gitmiyordu, sistemli bir şekilde Atatürk’e yapılan saldırılar sonunda bugün 6 milyon kişi geçen hafta Anıtkabir’i ziyarete etmiş. Yağmacılar gelirler, değerlere musallat olup, yağmaladıkları şeyin toplum açısından gerçek bir değer olup olmadığını hayatın ölçmesine aracı olurlar. Eğer bizler korumaya geçiyorsak o zaman korunan o değer gerçek anlamını bulur. Hiçbir değer, halk tarafından gerçekten korunmak zorunda kalmadan gerçek bir değere dönüşmemiştir. Tarih bunu çok güzel sunar. Şu yaşadıklarımızdan sonra Atatürk’ü bırakın silmeyi artık ona olan bu organik bağ ile asla hiçbiri baş edemeyecek. Sağ olsunlar o yağmacılar sayesinde zenginliğimizi keşfettik. Her yağmacı bir görevlidir, bunu unutmamak lazım.

Azra Hanım, ne diyeyim ki…

Yanınızdan içime su serpilmiş bir vaziyette ayrılıyorum. Çok teşekkür ederim sabrınıza!

Azra Kohen: Asıl ben teşekkür ederim anlamlı sorularınız için…Tüm ekip arkadaşlarınıza sevgiler. Yolunuz açık olsun!

Yazı içinde belirtilen kaynaklar** :

*Frankham, R. (2001). Conservation genetics. Science Direct: Encyclopedia of Genetics. https://www.sciencedirect.com/topics/medicine-and-dentistry/genetic-variability

**Biello, D. (2007). Ancient Europeans more diverse, genetically speaking, than modern ones. Scientific American. https://www.scientificamerican.com/article/ancient-humans-more-genetically-diverse-than-moderns

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks