Röportaj

Seni Çok Özleyeceğiz…

By
Remzi Ünal ve Bizler Seni Çok Özleyeceğiz.

HUZUR İÇİNDE UYUYUN HOCAM...

Röportaj : Arın Göksu Kara & Beste Fırat

Beste Fırat : Polisiye roman yazmaya başlamak hayatınızda nasıl bir eşikti? Nereden sonra buna başladınız?

Celil Oker: Süper, buna iyi bir cevap vereyim. Bunun eşikle bağlantısı güzel bir soru. Şimdi yıl 1998, ben bir reklam ajansının ortakları arasındayım. Orada çalışıyorum, fakat o ajansta ve reklamcılıkta on beş yılımı falan doldurduğum düşünülürse, hafiften emeklilik ve “Ulan n’aparım” düşünceleri var. “N’aparım?” sorusunun cevaplarından bir tanesi de polisiye roman yazmak. Niye? Çünkü: 1- Gençliğimde acayip okuma yaptım polisiye roman konusunda. Yani o zamanı düşünürsek, doktora yapacak kadar bilgim vardı. Hem romanların kendisini okudum hem de o alan hakkında yazılmış kitap ve makaleleri okudum. Kitap makale ne var ne yok hepsinden haberim var. Yani bu polisiye edebiyat işine hakimim. 2- Gençliğimden beri bir hikâyeci olmak konusunda içimde dürtüler var. Üniversite çağında çalışmışım, bununla ilgili bir şeyler yapmışım. Arkadaşlarım arasında tırnak içinde yazar olarak tanınıyorum. Ve tıpkı sizin gibi üniversitede edebiyat kulübü çerçevesinde biz de dergi çıkardık. Yani bu işlerle ilgiliyim. 3- Reklam yazarlığından öğrendiğim temel şey şudur: İşi yapmak zorundasın. Önce yapacaksın. Niteliği hakkında daha sonra konuşabiliriz ancak. Reklam yazarlığı,ilham beklemenin, ilham kavramının yazma eylemiyle en ufak bir ilgisi olmadığını insana öğreten bir alan. Çünkü şu sıralar havamda değilim, senin ilanını yazamam, diye bir şey yok. Yazmak zorundasın. He, iyi oldu, kötü oldu, işini görür görmez orası ayrı mesele. Ama yazmak zorundasın. Bu bilinç de yani, bende var, bunca yılın reklam yazarı olarak. Bu üçü birleşince “ben bunu yapabilirim” diye bir hissiyat oldu. Ama dediğim gibi, ya bu ajansı bıraksam mı bırakmasam mı falan diye bir hissiyat içindeyim. 

BABAM ÖLDÜ…

Babam ölünce, ben reklam ajansı ortaklığından ayrılma kararını çok daha kolay verdim. Çünkü, hani yetişkin insandık o zaman. Yani benim kararım, aldıysam yapacağım yani, kim ne karışır… Fakat insanın babası, böyle bir arketipsel figür olarak, rüyamıza giren yaşlı adam gibi, doğruyu yanlışı bilen ve neyi yapıp neyi yapmamamızı söyleme hakkı olan birisi aslında. Onunla hesaplaşmadan, öyle kolay kolay bir şey yapamıyorsun. He, ben demin gördüğünüz hanımefendi ile evlenirken babama mı sordum? Yoo, hiç alakası yok. Ama yine de bir baba figürü var ve o figür ortadan kalktı ve ben bu kararı daha kolay aldım. Tam o sırada da yine bir EŞİK: Bir ilan çıktı. Bir polisiye roman yarışması ilanı.

Beste Fırat : Şans yani aynı zamanda..

Celil Oker : İşe bakar mısın? Ulan dedim sen bunu polisiye roman yazsam mı yazmasam mı diye düşünüp duruyordun. Bak sana herifler diyor ki otur yaz! Otur yaz, üstelik biz bunu değerlendireceğiz, üstüne de kazananın kitabını basacağız. Para ödülü de vardı ama komik bir şeydi. Şimdi yapacak bir şey yok, eğer sen adamsan, insansan, yazacaksın yapacak bir şey yok. Kimin önüne gelir böyle bir şey? Hem sen düşünüyorsun ediyorsun, Türk olduğun için, devamlı da erteliyorsun. Oturup yapmamışsın ama herif sana yap diyor. Dolayısıyla her şeyi ayarladım ve müthiş ama müthiş bir çalışma sonucunda birinci kitabı bitirip, yani yarışmaya göndereceğim birinci kitabı bitirip, son günün son anında teslim ettim. Ve durum öyle bir gelişti ki yarışmanın birincisi ben oldum. Ben kazandım. Herifler de sözlerini tuttular. Kitabı hakikaten makul bir hızla bastılar. 

Şey olur biliyorsunuz, bunlar sallanır genelde. Orhan Pamuk bile ilk kitabıyla Milliyet Roman Yarışmasında birinci olmuştu. Onun da ödüllerinden bir tanesi romanın basılmasıydı. Herif kavga gürültü iki üç yıl sonra bastırabildi o ilk romanını. Cevdet Bey ve Oğulları‘nı. Ama bunlar sözlerini tuttular, lak diye bastılar kitabı. Çünkü Kaktüs Yayınları başka türden kitaplar da elbette basıyordu ama polisiye edebiyata da özel bir damar açmıştı. Böylelikle başladı. Bu başlayınca hemen “Ben bu işe devam edeceğim, ben buradayım,” hissini vermek için oturup ikinciyi yazdım. Ve o da basıldı. Dolayısıyla benim karşımda ajanstan çekildiğim zaman doğacak boşluğu dolduracak bir alan çıktı. 

Beste Fırat : Çok da çabuk çıkmış anlaşılan…

Celil Oker : Çok çabuk çıktı. Ama bir yandan da ben üç dört senedir Türkçe polisiye edebiyat nasıl yapılır diye çok düşünüyordum ve birçok temel konuda kararlar almıştım. Yani hazırlığım vardı ama bir türlü oturup o har gür arasında işi yapamıyordum. Şimdi artık yapabiliyorum. Dolayısıyla bu yeni alan çıktıktan sonra, yani benim hayatımda manalı bir alan çıktıktan sonra, hayatımın ana kısmını dolduran ajansçılık işinden çekilmem de kolay oldu. Şimdi işinizden istifa ettiniz, bıraktınız. Ne yapacaksınız? Bu bir problem. Bir şey bulmanız lazım. E benim ki daha kolay oldu. “Arkadaşlar ben gidiyorum,” demek. Tabii bu arada okulda ders vermeye başlamıştım. Yani hayatımı doldurmanın bir başka alanı da vardı. Ama onsuz da olurdu, onla da olurdu. Ama söylediğim, üst üste gelen vakalar, kafayı taktığım polisiye romanın fiilen içine girmeme neden olan eşiklerdir; çok belirgin eşikler bunlar. 

Arın Göksu Kara : Az önce de öğretmenlik deneyiminizden bahsettiniz. Hem anlatıcılık hem öğreticilik yapıyorsunuz. Bu ikisi nasıl besliyor birbirini sizin hayatınızda?

Celil Oker : Bilmem, hiç bunun üstüne düşünmedim. Hakikaten düşünmedim. Şöyle besliyor. Bir kere bir üniversitede hocalık (yine şanstan bahsedeceğim) benim o yaşımdaki, (o zaman 47 yaşındaydım) birinin başına gelebilecek en iyi işlerden biri. Çünkü, genç insanlarla berabersin. Görüldüğü gibi burada sabah bir ders yaptım, öğleden sonra bir ders yaptım. Akşamüstü de sizlerle konuşuyorum. Genç insanlarsınız. Bu genç insanlar, insanı hayata daha bağlı tutuyor. Daha diri tutuyor. Daha köhnemişlikten uzak tutuyor. O açıdan muhteşem bir şey. Ve hayatın içinde olmanın çok kıyak yollarından bir tanesi. Tek yol bu mu? Hayır. Simit satarak da hayatın içinde olabilirsin. Ama bu çok acayip bir şey. Bir yere gidiyorsun. Bir odaya, sınıfa, bir yere… Orada çeşitli sayılarda genç insan, öğrenci demiyorum, genç insan sana bakıyor ve “Acaba bugün bize neler anlatacak?” diye konuşmanı bekliyor. Muhteşem bir şey. Acayip bir şey. 

Ve her ne kadar ‘iktidar’ denilen şeyden hiç hoşlanmasam da sınıfta bir iktidar durumu var tabii. Ve muktedir olan benim sonuçta, hocayım. Buna bağlı olarak, dinliyorlar seni. Diyorlar ki, “Lan bu herifi buraya koydularsa, dinlemekte fayda var herhalde.” Yani hakikaten karşında seni dinlemeye hazır ve onlara makul, yararlı, eğlendirici şeyler verebiliyorsan onları almaya hazır insanlar var. Bunu dünyanın başka hiçbir yerinde bulamazsın. Herhangi bir üretim işinde, tüketim işinde, muhatap olduğun insanların hepsi düşmanlarındır. Ben burada bir çikolata üretsem, çikolatanın tüketicileri benim düşmanımdır. Çünkü onlara çikolatamı beğendirmek zorundayım ki bir daha alsın ve ben faaliyete devam edeyim. Tamam burada da öğrencilerin benim yaptığım işi beğenip beğenmemeleri ile ilgili mekanizmalar var elbette ama genelde bütün koşullar benim yanımda diye düşünüyorum. İnsanlar dinliyorlar. Genç kadınlar genç erkekler dinliyorlar. Ne kadarına hemfikir oluyorlar bilmiyorum o beni ilgilendirmez. Ama dinliyorlar. Bu muazzam bir şans. Bunun yaratıcı işlerle ne alakası var? Hiçbir alakası yok gibi gözükür ama insanı taze tuttuğu bir gerçek.

Arın Göksu Kara : Besleniyorsunuz yani?

Celil Oker : Besleniyorum diyemem. Sadece bu açıdan besleniyorum. Yoksa ikisi tamamen ayrı hayatlar. Benim ısrarla “hani sizin hocanızım ama öteki marifetlerim de var” demekten kaçındığım bir alan. Hiç öyle şeyler yapmam. Bu,o iktidarı kötüye kullanmak olur işte. “Hanımlar beyler ben sizin hocanızım ama unutmayın 10 tane kitabım var.” Bunu hiç yapmadım. Derste hele hiç hiç yapmadım. Konuyu buraya getirenler olmuyor mu? Oluyor. “Tamam onu sonra konuşuruz” falan deyip kapatıyorum. Bu da acayip eğitici ve insanın kendini tutması gereken bir şey. 

Beste Fırat : Neyin sizin için anlatmaya değer olduğuna nasıl karar veriyorsunuz? Bir filtreleme yönteminiz var mı?

Celil Oker : Bu konuda kafam son zamanlarda çok karıştı. Son birkaç yıldır. Daha doğrusu Türkiye’de 2013’ten Gezi’den bu yana acayip bir Türkiye’de yaşıyoruz. Ortalık çok karışık. Ve bunun çok önemli bir yönü: İnsanlar ölüyor! Nerede ölüyorlar? Patlama oluyor ölüyorlar, polis sıkıyor ölüyorlar, polisin ve devletin dışında bazı unsurlar yine devlet dışında bazı unsurları öldürüyor. Millet birbirini öldürüyor yani. Bir yandan da sosyolojik olarak başka bir tuhaf vaka ile karşı karşıyayız. Ülkemizin erkekleri de ülkemizin kadınlarını öldürüyorlar. Herkes birbirini öldürüyor. Bakma yani, bir erkeğin bir kadını öldürmesi çok kişisel gözükebilir ama aslında bir araya getirdiğinde toplumsal bir olgu. Erkekler kadınları öldürüyor. Hem bu hem de siyasi durumdaki öldürmelerden dolayı bir cinayetler ülkesinde yaşıyoruz. 

Polisiye roman ne demek? Bir tek cinayetin ya da olsa olsa iki cinayetin etrafında olup bitenleri ciddiye alıp anlatmak demek. Şimdi insanlar sapır sapır hakikaten ölürken benim romanımda birisinin öldürülmesi ve bunun üzerine sayfalarca yazmanın manası var mı yok mu diye ciddi ciddi düşünmeye başladım. Lan ortalık ceset kaynıyor. Sen bir tane kramponlu cesedin peşine düşüp “Allah Allah neler olmuş neler” diye hikâyeler anlatıyorsun. Bu manalı mı değil mi diye vicdanen ciddi ciddi düşünmeye başladım. Hâlâ düşünüyorum. Her seferinde “evet yaptığın iş manalı” diye gerekçeler bulmaya çalışıyorum. Ne yapayım, başka çare yok. Ve eğer üretimimde biraz zayıflama olduysa bu biraz sağlık durumumla ilgili. Biraz da bu düşüncelerle ilgili.

Arın Göksu Kara : Reklamcı olmanız kitaplarınızın tanıtım aşamasında ne gibi bir katkı sağladı?

Celil Oker : Sıfır. Kitapların ne kapağına ne reklamına en ufak bir müdahalem olmadı. 20 yıl oldu şimdiye kadar hiç yapmadım. Niye yapmadım? Çünkü o, bu işi yapanların işi. Yayınevinin bu işe ayıracağı bütçesi, yaklaşımı bütünüyle benim hissiyatımın dışında gelişen bir şey. Ben ne isterim? Ben de isterim her duvarda bulunayım. Her edebiyat dergisinin her sayısında bir kitabımın ilanı çıksın. İsterim tabii. Hep “bana ne abi, ne istiyorsanız onu yapın” dedim. He ama onlar bana “PR için şöyle şeyler düşündük, gelin” derlerse “hay hay” deyip gidiyorum. Onlar bir şey isterse yapıyorum yani. 

Beste Fırat : O zaman biraz Remzi Ünal..

Celil Oker : Bırak Remzi Ünal’ı ya…

Beste Fırat : Ama ben onun hayatındaki eşiği de merak ediyorum. Onun atladığı eşikler oldu mu?

Celil Oker : Yine güzel bir soru. Genel olarak Remzi Ünal hakkında ileriyi düşündüğümde, bu konuda yapmam gereken bir şeyler olduğunu fark ediyorum. Şimdiye kadar adamın geçmişi dolayısıyla atladığı eşiklerle ilgili hiçbir şey olmadı kitaplarda.

Beste Fırat : Evet, hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.

Celil Oker : Bilmiyoruz. Birkaç çok küçük nokta biliyoruz. İşte eskiden pilotmuş, daha eskiden askeri pilotmuş vs. o kadar. Ama dediğin anlamda eğer eşik önemli bir şeyse hayatımızda, herifin hayatında bir tane en azından önemli eşiğin olması lazım. Bunun eksikliğini ben de hissediyorum. Bu kitabı bitirmeyi başarırsam, bundan sonra yazacağım kitapta biraz eskilere dönüp bu eşik meselesini biraz açıklığa, aydınlığa çıkarmayı düşünüyorum ama ne yaparım bilmiyorum.

Arın Göksu Kara : Peki Yıldız Turhanlı eşik sayılmaz mı Remzi Ünal için?

Celil Oker : Sayılmaz. Son kitapta başarabildiysem, o işi kapattım. Herife ev sahipleri, “Evden çık” diyorlar, herif de o evden, (kızla evlenmek için birlikte tuttukları evden, tabii kız gittiği için birlikte yaşayamadılar) çıkıyor. Başka bir eve geçiyor. O ev, 1+1 ev. Dolayısıyla tek başına yaşayacak. Yıldız Turhanlı’yı kapattık. Çünkü onları evlendirmek ya da sürekli bir birlikteliğe koymak da benim temel kararlarımdan birine çok aykırı. Çünkü o kahramanın değişmesi demek. Ama Remzi Ünal’ın bir popüler kültür kahramanı olarak değişmesi mümkün değil. Hep aynı olması lazım. “Single alone wolf” olması lazım. Dolayısıyla o iş kapandı. 

Arın Göksu Kara : Polisiye romanın sizce Türkiye’de atlaması gereken basamaklar var mı yoksa durumu iyi mi?

Celil Oker : İyi mi bilmiyorum. Bana ne. Ben bir edebiyat araştırmacısı, eleştirmeni değilim. Ama birtakım ciddi gelişmeler olduğu çok açık. Bu gelişmelerin başında kurumsallaşma geliyor. Neyi kast ediyorum? Bir tanesi basılı iki üç tanesi internet üzerinde olmak üzere, polisiye roman dergilerimiz var. Dergi bir örgütlenme demektir. Kurumsallaşma demektir. Bir de Polisiye Yazarları Birliği diye uyduruk birliğimiz var. Kendi kendine bir şeyler yapmaya çalışıyor. O birliğin 60 tane falan üyesi var. Hepsini tanımak bilmek mümkün değil. Bir sürü insan kendini yazar değil polisiye roman yazarı olarak algılayıp öyle davranıyor. Bunlar çok uzaktan bakan biri için pozitif şeyler. Ama işin niteliği hakkında, yapılan bütün patırtının niteliği hakkında bir şey söylemek gerekirse, onu ben söyleyemem. İki nedenle söyleyemem: Birincisi o üretimlerin hepsini okumuş değilim. İkincisi, zaten benim işim değil. Herkese başarılar diliyorum. Çok okur diliyorum. O kadar yani. Şahane durumdayız da diyemem. Berbat durumdayız da diyemem. Herkes elinden gelenin en iyisini yapsın diyorum. Başka ne diyebilirim ki.


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Trackbacks and Pingbacks